TÜRK İSLAM TARİHİNDE EŞİTLİK VE İNSANLIK ANLAYIŞI

Tarihte İslam’ın ve Türk hakimiyetinin dışında insan, yerini ve değerini hiçbir zaman bulamamış, çoğu zaman değişik vasıflı hayvan olarak ele alınmıştır. İnsan, gerçek değerini İslamla ve Türk kültürü içinde bulmuştur. Çünkü, İslam’ın insanı ele alışı ve Türklerin bakışı diğer toplumlardan çok farklıdır.

İslam inancı ve Türk düşüncesine göre insan, basit ve anlamsız bir varlık değildir. İnsanı Allah yaratmıştır. İnsan Allah’ın kuludur. Yusuf Has Hacip, Kudatgu Bilig adlı eserinde : “Allah insanı yarattı; seçerek yüceltti; ona fazilet verdi; bilgi, akıl ve anlayış verdi” diyerek insanın yüce bir varlık olduğunu belirtmiştir. Bunun için İslam’da ve Türklerde insana son derece önem verilmiştir. İnsana saygısızlığı, Allah’a karşı yapılan büyük saygısızlık olarak kabul etmişlerdir. Hiçbir zaman insanı hayvan soyundan kabul edip alçaltmadıkları gibi, insanı yüceltirken de asla tanrılaştırmamışlardır. Kendileri insanların önünde eğilmedikleri gibi, diğer insanları kul köle edinip kendi önlerinde eğilmelerine de müsaade etmemişlerdir.

İslam’ın ilk devrinde Habeşistan’a göç etmek zorunda bırakılan Müslümanlara papaz, Habeşistan İmparatorunun huzurunda diz çöküp selamlamalarını söyleyince, insanları tanrılaştırmak ve putlara tapmaktan kurtulan Müslümanların başkanı Cafer (ra) : “Biz Müslümanlar, ancak, Allah’ın huzurunda diz çökeriz. İnsanın önünde, eğilmeyiz” cevabını vermiştir. Türk hükümdarı İşpara Han, Çin hükümdarının önünde, Cem Sultan sürgün olduğu halde papanın önünde bütün ısrar ve zorlamalara rağmen eğilerek selam vermeyi reddetmiştir.

Çünkü Türk-İslam geleneğine göre kula kulluk yoktur. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, önünde diz çöküp yerlere kapanan papa ve Hıristiyan halka, ayağa kalkmalarını söyleyip insan önünde alçalmalarına rıza göstermemiştir.

Türkler, insanlara duydukları saygının gereği yabancılara kendi insanından farklı bir muamele yapmamışlardır, kendi halkına uyguladıkları adaleti başkalarında da aynen uygulamışlardır. Böylece yabancılar Türk idaresinde yaşamak istemişler, Türk himayesine sığınanlar memnun kalmışlar, hatta esaret bile kendilerine ağır gelmemiştir.

Beş yıl kadar Türkiye’de kalan İsveç Kralı Demirbaş Şarl, kız kardeşine yazdığı mektupta Türk’ün insanlık anlayışını şu sözlerle dile getirmiştir :

“Poltava’da esir oluyorum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Buğ Nehri önünde tehlike daha kuvvetli olarak belirdi. Önümde su, akamda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş !… Su beni boğmak; düşman beni parçalamak; güneş beni eritmek istiyordu. Gene kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar yaptı, beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindan da değilim. Hürüm, istediğimi yapıyorum. Lakin gene esirim, şefkatin, alicenabın, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar alicenab, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı !..” a) Eşitlik Geleneği :

Türkler, insanları herkesin uymak zorunda olduğu İslam prensipleri ve Türk töresi ile idare etmişlerdir. Bu idarenin himayesinde tarihin hiçbir devrinde imtiyazlı bir sınıf olmamıştır.

Herkesin eşitliği prensibi ile hangi cinsten, hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun insanların güvenliği ve eşitliği sağlanmıştır.

            Bugünün insanı hak, adalet ve eşitlik namına neye sahipse hepsini İslam sayesinde elde etmiştir. İslam insanlar arasında eşitliği, insanlar arasında kardeşliği emreder. Bu eşitlik ve kardeşlik emri kuru laftan ibaret değildir. İslama göre “insanlar bir tarağın dişleri gibi müsavidirler” İnsan olarak kimsenin üstünlüğü yoktur. Üstünlük imanda ve takvadadır. Kul olarak herkesin sorumlu tutulması zengin, fakir, kadın, erkek ayrımının gözetilmemesi, bir işçi ile devlet başkanının omuz omuza Allah’ın huzurunda secdeye varması kısa da olsa İslam’ın eşitlik konusundaki geleneğini ifade eder.

İslam, Müslüman olmasıyla kölelikten hürriyetine kavuşan Bilal ile Ebu Cehil’in aynı safta durmasını ve aynı haklara sahip olmasını istediği için Ebu Cehil Müslüman olmamıştır. “Daha evvel köle olanla ben bir mi olacağım” demiştir.

Bir gün Müslüman olmak isteyen bir zat Peygamber Efendimize ziyarete gelmiştir. Huzuruna girince titremeye başladı. Bu durumu gören Peygamberimiz :

-Korkma ben hükümdar değilim, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” demiştir.

Halka “Ben sizden biriyim, hiç birinizle sorumluluk derecesinden başka bir farklılığım yoktur” diyen Hz. Ömer (ra) zamanında Gassan Hükümdarı Cebele Müslüman olmuştu. Güzel giyimi ve etrafında hizmetçileri ile beraber Kabe’yi tavaf ederken biri eteğine basınca Cebele fena halde sinirlenmiş ve bir tokat atmıştı. Adam durumu Hz. Ömer’e şikayet etti. Hz. Ömer (ra) Cebele’ye davacıdan özür dilemesini veya davacının da ona tokat atacağını bildirince Cebele, kendisinin hükümdar, davacının ise haltan biri olduğunu, kendisinin onunla bir tutulamayacağını söyledi. Hz. Ömer, İslam hukukunun insanlar arasında fark gözetmediğini belirtince Cebele ertesi güne kadar karar için müsaade istedi ve o gece Bizans’a kaçtı.

b) Kadın – Erkek Eşitliği :

Tarihçi Hammer : “Tarihin hiçbir sayfasında kadının hukukuna İslamiyet kadar riayet eden bir din yoktur” demiştir. İslamiyet gelmeden önce kadın horlanan bir varlıktı. Kendisinden şeytandan kaçar gibi kaçılır, diri diri toprağa gömülür, mal gibi alınıp satılır, her türlü hak ve hürriyetlerden mahrum, zevk ve eğlence gözü ile bakılan bir varlıktı.

Diğer milletlerde de durum bundan farklı değildir. Kadın daima ikinci sınıf bir vatandaş, hiçbir zaman hakka sahip olmayan, dosta sunulabilen, satılabilen maldan farksız bir insandı. Hayatı erkeğinin hayatına bağlı idi. Kanunlar, gelenekler kadının bütün haklarını elinden almış, erkeğin sahip olduğu haklardan hiçbirine sahip değildi.

Yakın zamana kadar “kadınların ruhu var mıdır, yok mudur ? “ konusunu birbiri ile tartışan Hıristiyan din adamları kadınların seciyelerinin zayıf, ahlaklarının fena olduğunu, hiçbir kötünün kadından daha kötü olmadığını, kadınların erkeklerin nefsine şeytanı sokan kötülüklerin kaynağı olduğu konusunda birleşmişlerdir.

İnsanlar arasında sınıf farkı gözetmeyen İslamiyet, kadını da erkek gibi, insan kabul ederek kadına yapılan hakareti kınamış ve kadını evinin sultanı yapmıştır.

Bu konuda İslam’ın birkaç emrini izaha lüzum görmeden nakledelim :

“Onlardan birine kızı olduğu müjdelendiği zaman, pek öfkelenerek yüzü kararır. Verilen müjdenin tesiriyle insanlardan gizlenir. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak yaşatsın mı, yoksa toprağa mı gömsün ? Ne kötü düşünüyor, ne kötü hükmediyorlar?” (Nahl Suresi :

58-59)

“Erkek olsun kadın olsun kimsenin amelini boşa çıkarmayız” (Ali İmran S.195) “Erkeklerin kazançlarından hisseleri olduğu gibi kadınların da kazançlarından hisseleri vardır.

(Nisa suresi : 31)

“İlim öğrenmek kadına da erkeğe de farzdır.” (Hadis)

“Cennet anaların ayakları altındadır.” (Hadis)

“Sakın kızlardan ikrah etmeyiniz. Kötü muamele etmek konusunda Allah’tan korkunuz.”

(Hadis)

“Veda hutbesinde de : “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim… Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onlarında sizin üzerinizde hakları vardır.”

İslam’ın emri gereğince Türkler, kadına gereken saygıyı göstermişler, aile içerisinde kadının yeri ve kadına verilen önem diğer milletlerde görülmeyen bir seviyeye ulaşmıştır. Batıda olduğu gibi evlilik onun değerini düşürmemiş aksine kadının şeref ve haysiyetini korumuş, kendisinden her zaman saygıyla bahsedilmiştir.

c) İmtiyazlı Sınıf :

Türk İslam tarihinde imtiyazlı sınıf yoktur. Herkes eşittir. İnsanlar arasında ayrıcalık, irsi hak tanınamaz. Başka toplumlarda olduğu gibi idareciler sınıfı, asiller sınıfı, din adamları sınıfı gibi sınıflar yoktur. Asiller için, zenginler için ayrı mezarlar yapılmamıştır. Çünkü diğer toplumların yapısında merhamet nedir bilinmez. İnsanlık onlara göre değildir. Şimdiye kadar insanla ya imha etmek yada esir etmek için savaşmışlardır.

Batı düzeni feodal bir düzendir. Devlet idaresi, köleci devlet anlayışı esasına dayanır. İnsanlar arasında eşitlik gözetilmemiştir. Bazı sınıfların doğuştan kazanılan imtiyazları vardı. Bu imtiyaz hayatları boyunca devam ettiği gibi çocuklarına da geçerdi.

Türk tarihine baktığımız zaman asilzadelik mevcut değildir. Toplum sınıfsızdır, halk eşitlik ilkesine bağlı olarak idare olunur. Türk töresinde Mete Han zamanında bile esir, efendisi hakkında dava açma hakkına sahip olmuştur.

Türk devlet adamları imtiyazlı bir sınıf değildir. Onlar da bir insandır. Halk tarafından tanrılaştırılmadıkları gibi, onlar da kendilerini tanrı ilan etmemişlerdir. İnsanları köleleştirip onların üzerinde saltanat sürmemişlerdir. Devlet adamı sadece resmi sıfatı ile üstündür. Bu sıfat da irsi değil, başarının karşılığı elde edilir. Devlet, belli zümrelerin saltanat aleti değildir. Hakim olanlar ise kişiler değil yasalardır.

Padişahlar imtiyazlı kişiler kabul edilip yasaların uygulamasının dışında tutulamaz. Türk devlet adamları başka milletlerin kralları ve imparatorları gibi mutlak yetkilere sahip değildir.

Uymak zorunda oldukları prensipler, fikirlerini almak zorunda olduğu kişiler vardır. Diktatörlük söz konusu değildir.

Yıldırım gibi bir padişaha “yaptırdığın cami çok güzel, ama dört köşesinde dört meyhane eksik” deyip ayyaşlığını yüzüne vuran, mahkemede şahitliğini reddeden Emir Buhari vardı.

Molla Ali Cemali, Yavuz Sultan Selim’in huzuruna her girişinde “Allah zalimleri sevmez” hadisini okurda öyle girerdi.

1470 yılında Fatih sultan Mehmet tarafından yaptırılan Fatih Medresesi tamamlanınca Fatih, kendi eliyle tayin ettiği hocalardan kendisine bir oda isteyince hocalar kendisine şu cevabı verdi :

– Sultanımız, her ne kadar burayı siz yaptırdıysanız, biz burada size bir oda veremeyiz. Verebilmemiz için ya hoca, ya da talebe olmanı gerekir.”

Bunun üzerine Fatih, imtihana girdi, kazandı ve böylece bir oda sahibi oldu.

Türk devlet adamları kendi menfaatlerini düşünen, zevk, ve eğlencesine bakan halkın üstünde bir üst sınıf değildir. Halka karşı büyük sorumlulukları vardır. İmtiyaz tanımaksızın herkesin hakkını korumak, açları doyurmak, çıplakları giydirmek ve halkın acı ve tatlı günlerini beraber yaşamakla görevlidir. Devlet yönetimi eşitlik ilkesine dayalı olarak yürütülür. Kanuni Sultan Süleyman’ın “Kanunnamesi” mutlak eşitlik ilkesine dayanmaktaydı. Kanunname, insanlar arasında sınıf ayrıcalığı gözetmeksizin eşit olarak yargılanmayı temek kural kabul etmişti. Fatih Sultan Mehmet, Rum ustasıyla adil Türk mahkemesinde yargılanmış ve suçlu bulunmuştu.

Netice olarak her bakımdan Türk toplumu bir bütünlük arz eder. Sınıf ve ayrıcalıklara asla yer verilmemiştir.

d) Köle Sınıfı :

Kölelik, aslına bakılırsa insanlık tarihi kadar eskidir. Fakat Roma ve Yunan medeniyetlerinin geliştirdiği bir sınıf olarak kalıntı halinde daha sonraki tarihlerde devam etmiştir. Roma’da halk : 1- Asiller, 2- Avam, 3- Rahipler, 4- Köleler olmak üzere dört sınıfa ayrılmıştı. İmtiyazlı sınıfların hakimiyeti fazla idi. Her türlü hakkın sahibi oldukları gibi köle sınıfına da sahipti. Kölelik resmen kanunla kabul edilmişti. Kölenin eşyadan farkı yoktu. Efendisi tarafından hayvana yapılan muameleye eş muamele görürdü. Efendisi köleyi isterse döver, isterse öldürür, isterse de esir pazarlarında bir mal gibi satabilirdi.

“Roma İmparatorluğunda kölelere davranışın özelliği, katılık ve vicdansızlıktı. Köleler gündüzleri derebeyliklerde çalıştırılırlar, akşam olunca da zincire vurularak geceyi geçirmeleri için mağaralara tıkılırlardı. Başlarında daime, güçlü, azgın ve kötü yürekli muhafızlar bulunurdu. Onlara verilen cezalar ise kırbaçlamak ile çarmıha gerilmek arasında değişirdi. Bundan başka köleler, vahşi hayvanlarla boğuşturulmak suretiyle, yahut arenalarda kesif halk kalabalığı önünde yırtıcı aslanlar ile dövüştürülerek hür adamların eğlenceleri için de kullanılırdı.” (1)

Yunanlıların ataları Dorlar, bugünkü Yunanistan’a geldiğinde Yunanistan’da (asiller,işçiler ve köleler olmak üzere) üç sınıf halk vardı. Asiller, imtiyazlı bir sınıf olarak toprak sahibi olmuş, işçiler ve köleler ise bu topraklarda efendileri için çalışmışlardı.

Aristo ve Eflatun, köle sınıfını kabul etmişler ve toplum için kölelerin varlığını zaruri görmüşlerdir. Eflatun, köle sahiplerini savunurken, Aristo da bir kısım insanların emir vermek, bir kısmının da emir verilmek için yaratıldığını, kölelerin ise boyun eğmek için yaratılmış, hür insanların işlerini gören ehli hayvan, canlı alet olduklarını söylemiştir. Eflatun ve Aristo’nun çocukları borçlu olan insanlardan borcunu ödemeyenleri ve savaşlarda esir aldıkları kimseleri köleler edinmiş, onların tanınması için kulaklarını kesip alınlarına damgalar vurmuşlardır.

984’te Beranger’in elçisi Luitpard, Bizans İmparatoruna esirler takdim etmişti. İtat etmeyen veya kendilerine reva görülen zulüm neticesi bu esirlerin çoğunun azaları eksikti. Hatta aralarında hadımlar da vardı. Çünkü o gün için bu tür köleler muteberdi.

Anlayışa göre, kölenin işlediği hata sonunda bazı organlarını keserek öldürmekten vazgeçmek, köleye yapılabilen en büyük lütuf sayılırdı.

Bu durum daha sonra Yunan ve Roma kültüründen etkilenen toplumlarda da asillerin, devlet adamlarının ve güçlülerin kanunu olarak hüküm sürmüştür. “17. yüzyılda Rusya’da Köylü efendisinin mutlak esiriydi. Efendisi bir köylüyü öldürdüğü zaman, para cezası bile vermezdi. Çünkü toprağa bağlı köle durumunda olan köylünün, fiilen toprağa bağlı hayvandan farkı yoktu. Çarın otoritesi mutlaktı…” (2)

Avrupa’da ise köleler servet olarak telakki edilir, kurulan esir pazarlarında mal gibi alınıp satılırdı. İnsan sayılmaz, hiçbir insanlık hak ve hürriyetlerinden istifade edemezdi.

Türk ve diğer İslam ülkelerinin insana bakışından utanan Avrupa, kanunla insan ticaretinin ve köleliğin önüne geçmeye çalışmıştır. İngiltere 1807’de köle ticaretini, 1838’de de köleliği yasaklayan kanun çıkardı. Fransa’da ise kölelik 1849’da, Amerika’da da 1865’de resmen kaldırıldı. “Köle” adını taşıyan insan kalmadı ama, kölelere yapılan muamele Batı insanının sadist ruhundan sökülüp atılamadı. Bir insanın köle olması için adının illa köle olması gerekmez.

e) İslam Köleliğe Karşıdır :

İslam’da ne despot vardır, ne de köle. Allah’ın kulu insan vardır. Kölelik, İslam’ın icadı değil, eski medeniyetlerin kökleşmiş kalıntısıdır. İslamiyet geldiği zaman insanların bir kısmı efendi, bir kısmı da köle idi. Bu ayrılığı kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için köklü tedbirler getirildi. İlk olarak bazı Müslümanların ve Müslüman olmaları beklenen birçoklarının köleleri olduğu için kesin bir dille yasaklanmamış, efendi ile köleyi aynı haklara sahip kılmış, ikisini beraber aynı sofraya oturtmuş, Allah katında kul olarak insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu ilan etmiştir.

Peygamberimiz : “Elinizin altındakiler sizin kardeşlerinizdir. Allah onları size emanet etmiştir. Bunun için onlara yediğinizden yediriniz, giydiğinizden giydiriniz. Onlara güçlerinin yetmeyeceği zahmetli işler yüklemeyiniz. Onlara bir iş buyurursanız yardımcı olunuz” buyurarak insanın insana zulmetmesini yasaklamıştır.

Köleyi dövmeyi, öldürmeyi de yasaklamıştır. “Kölesine kötü muamele de bulunan cennete giremez”, Kölesini öldüreni öldürünüz, kölesini hapsedeni hapsediniz, kölesini hadımlaştıranı hadımlaştırınız”, “Kimse kimseye kölem demesin” buyuran İslam Peygamberi köle sınıfı diye bir sınıf kabul etmediğini belirtmiş ve köle geleneğini cahiliye adeti olarak nitelendirmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de : “Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yakın ve uzak komşuya, yolculara, kölelerinize, iyilik edin” (Nisan Suresi : 36) Emri ile Müslümanlar kimseye kötülük etmeyeceklerdir.” Kendileri için sevdiğini başkaları için de sevmedikçe gerçek Müslüman olamayacaklardır.”

Hz. Ömer (ra) dan rivayet edilen bir hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur : “Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa veya onu dövse, onun kefareti köleyi azat etmesidir.”

Peygamberimiz bir gün kölesini döven birine :” Köleni azat etmelisin” demiştir. Ebu Mesud der ki: “Kendime ait kölemi dövüyordum. Arkamdan bir ses duydum, Baktım ki, Resulullah (SAV) şöyle diyordu: “Allah’ın senin üzerindeki kudreti, senin bu köle üzerinde olan kudretinden daha fazladır.”

İslam tarihinde esirlere ve kölelere her zaman iyi davranılmıştır. Esirler başka milletlerde olduğu gibi köleleştirilmemiş, hoş tutulmuş, evlere misafir dağıtılır gibi dağıtılmıştır. Bedir savaşının esirleri on Müslüman’a okuma-yazma öğretmesi şartı ile serbest bırakılmıştır. “Analarından hür doğan insanları köleler edinmeyiniz” diyen Hz. Ömer (ra) Kudüs’e giderken deveye hizmetçisi ile beraber binmiş, sıra hizmetçide olduğu için şehre o halde girmiştir.

İnsanlık tarihi ile beraber başlayan köleliğin kaldırılması için İslam ne lazımsa yapmıştır.

Müslüman olduktan sonra hürriyetlerine kavuşan insanları ordunun başına komutan, Medine’ye Vali yaparak yüceltmiştir. Köle azat etmek büyük ibadet sayılmış, günahlara kefaret için köle azat etmek şart koşulmuştur. Peygamberimiz köle azat etmeyi teşvik etmekle yetinmemiş, bizzat para ile köle satın alıp azat etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de (Tevbe:60) köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için harcanmak üzere her sene bütçeden tahsisat ayırma emredilmiştir. Zekatın bir kısmı köle azat etmek için kullanılacaktır. İşte bu emirler karşısında Müslümanlardan servet harcayanlar olmuştur.

İslam Dininin eşitlik emri en mükemmel tatbiki şeklini Türklerin sosyal hayatında bulmuştur. Türk tarihinde asilzadelik gibi, kölelik gibi doğuştan imtiyazlı veya insani haklarını kaybetmiş sosyal sınıf yoktur. İnsanlar arasında hiçbir ayrım gözetilmez. Makam vardır, mevki vardır, rütbe vardır, ama bunların hepsinin üstünde sorumluluk duygusu ve adalet ve eşitlik anlayışına dayanan töre vardır.

  1. Dr. Raşit El-Beravi, sosyalist sistem,S,18
  2. Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,C.10,S.47
0

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir