TÜRK CİHAN HAKİMİYETİ İDEALİ
Cihan hakimiyeti ideali, bir ırkın veya bir milletin dünyaya hakim olma ve bütün insanları kendi dünya görüşü ve kendi sosyal yapısından doğan kültür ve idealleri ile yönetme esasına dayanır. Bu esasa göre, bütün insanlık tek bir millet olacak ve bu milleti cihan tahtına oturmuş bir devlet idare edecektir.
Cihan hakimiyeti idealinin dünya tarihinde canlı örneklerini Komünizmde, Yahudilik’te ve Türklerin ideallerinde görüyoruz. Hissi davranmama kaydı ile açıkça ifade etmek gerekirse, cihan hakimiyeti tahtına talip olanlar arasında cihan tahtına layık olan tek millet, Türk Milletidir. Cihan hakimiyeti idealinin en insani ve en ideal olanı da Türk cihan hakimiyeti idealidir.
Bugün dünyaya yayılmak ve dünyaya hakim olmak politikası güden Komünizmin ideali hiç de insani değildir. Geçmişi ve bugünü göz atılacak olursa kan, zulüm ve sadizmin korkunç örnekleriyle doludur. Yalanları olsun, vaatleri olsun hiçbir zaman hiçbir yerde gerçekleşmemiştir. Girdiği her yere zorla girmiş ve cehennem sahneleri sergilemiştir. Bugüne kadarki uygulamalar, insan hak ve hürriyetlerini kısıtlayıcı, insana ve insanın değerlerine iltifat etmeyen sömürge ve sömürü esasına dayanan bir görüş arz eder.
Cihan tahtına oturma hayali ile bugüne kadar varlığını sürdüren Yahudilikte de cihan hakimiyeti komünizm’de olduğu gibi insanlığın mutluluğu ve huzuru üzerine değil, Yahudi olmayan insanların yoklu ve köleliliği üzerine kurulacaktır.
Bu konuda Yahudilere ümit kaynağı olan Tevrat’ın Yahudilerin ideallerini besleyen emirlerinden birkaçını ibret için zikredelim :
“Ayak tabanınızın bastığı yer sizin olacak.” (Tevrat/Tesniye)
“Ve o gün, yerin o bir ucuna kadar Rabbinin öldürdüğü adamlarla dolacak, onlar için dövünülmeyecek ve onlar toplanıp gömülmeyecekler, toprağın yüzünde gübre olacaklar.” (Tevrat/Yeramya)
“Sana kulluk etmeyen hakim ve ülke yok olacak ve o milletler tamamen harap olacak.” (Tevret/İşaya)
“Çünkü Rabbin bütün milletlere öfkesi var, onların boğazlamaya verdi ve öldürülmüş olanları dışarı atılacaklar ve leşlerinin bütün kokusu çıkacak ve kanları ile dağlar eriyecek ve gökler tomar gibi dürülecek ve bütün onların ordusu asmadan yaprak dökülür gibi dökülecekler.” (Tevrat/İşaya)
“Ele geçen her adamın gövdesi delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da gözleri önünde yere çalınacak, evleri çapul edilecek ve karıları kirletilecek.” (Tevrat/İşaya)
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yukarıdaki verdiğimiz örneklerde görülüyor ki, Yahudilik ve Yahudiler, Yahudi olmayanlar için hiç de iyi niyetli değillerdir. Yahudi cihan hakimiyeti idealine göre bütün insanlar ya öldürülecek yada Yahudilerin hizmetçisi ve kölesi olacaklardır. Ancak böylece Yahudi cihan hakimiyeti gerçekleşecektir. a) Türk Cihan Hakimiyeti İdeali :
Türkler tarih sahnesine güçlü bir devlet ve millet olarak cihan hakimiyeti ideali ile beraber çıkmış, tarih boyunca bu ideallerini gerçekleştirmek için çalışmışlardır. İlk çağlardan beri cihan hakimiyeti, milli ideal haline geldiği için nereye gittilerse orada evvela devlet ve sonra hakimiyet kurmuşlardır.
Türkler, diğer milletlerin idaresini ellerine alırken hiçbir zaman emperyalist bir zihniyet gütmemişlerdir. Kan dökme, yağmalamak gibi insanlık dışı cinayet ve vahşet örnekleri sergilememişlerdir. Her yerde hak, adalet, eşitlik ve müsamaha esasına dayanan, herkesin gönlünü fetheden insani idare uygulamışlardır. Çünkü Türklerin amacı, cihan tahtına oturarak insanları kul köle edinmek değildir. Türklerin amacı her zaman insanlığın mutluluğu için insanlar arasından zulmü kaldırmak ve yeryüzünde iyiliği, hak ve adaleti hakim kılmak olmuştur.
b) İslam’dan Önce Türk Cihan Hakimiyeti İdeali :
Türk cihan hakimiyeti ideali Türklerle beraber ortaya çıkmıştır. Bu ideale göre cihan tahtının tek sahibi Türkler olmalıdır. Türklerden başka hiçbir millet cihan tahtına layık değildir. Türk inancına göre dünyada tek bir hükümdar olmalıdır. Diğer milletler hükümdarlığa layık olmadıkları için Türk idaresinde yaşamalıdır.
İlk çağlarda bile, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyanın Türkler tarafından Türk töresine göre idare edilmesi gerektiğine inanılırdı. Gene Türklerin inancına göre, Türklere cihanı idare etme görevi Tanrı tarafından verilmiştir. Buna sadece Türkler değil, Türklerle beraber diğer milletler de inanıyorlardı.
Kaynaklara göre, Tanrı Türkleri özel bir amaçla yaratmıştı. Bu inancı Mehmet Emin Yurdakul şöyle ifade etmiştir :
“Ey milletim, sen bundan tam beş bin yıl evvel Altaylarda yaşarken,
Tanrım sana dedi ki; “Ey Türk ırkı, bu yerden
Güneşlere süzülen kartal gibi, uç yüksel !..
Senin her bir kuvveti ram edici ellerin
Bütün mağrur başlara yıldırımlar saçacak ;
Sana Çin’in, İran’ın, Hind’in, Mısır’ın her yerin Er isteyen tahtları kollarını açacak…”
Bu inanç Orhun abidelerinde de şu sözlerle ifade edilmiştir :
“Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğlunun üzerine atalarım Bumin Han, İstemi Han oturarak Türk Milletinin ilini, töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş…”
Türk Milletinin adı, sanı yok olmasın diye Babam Kağan’ı, Anam Hatun’u yükseltmiş olan Tanrı, il veren tanrı, Türk Milletinin adı, sanı yok olmasın diye… Türk kavmi batmasın diye, feda olmasın diye üstteki tanrı derimiş…”
Türk hükümdarları da dünyayı idare etmek için Tanrı tarafından gönderilmiştir. Türk hükümdarları, kendilerinin Tanrı tarafından gönderildiklerine ve Tanrının buyruğu ile hükümdar olup tahta çıktıklarına inanırlardı. Bunun için Türklerde tahta çıkmanın kutsal bir anlamı vardı. Türk hükümdarları kendilerini Tanrının dünyayı idare etmek için tahta çıkardığına inanır, yüklendikleri vazifenin de kutsal olduğunu kabul ederlerdi. Ve Tanrının buyruğunu kusursuz yerine getirmeye çalışırlardı.
Gene Türklerin inancına göre, başka milletlerin Türk hakimiyetini kabul etmeleri de Tanrı buyruğu sayılır, Türk hakimiyetini kabul etmeyenler Tanrıya isyan etmiş olduğundan cezalandırılırdı. Hatta Avrupalılar bile Atila’nın Tanrı tarafından kendilerini cezalandırmak için gönderildiğine inanıyor ve Atila’ya “Tanrının kırbacı” diyorlardı.
Türklerde “Kağan” kelimesi, bütün dünyanın hükümdarı anlamında kullanılırdı. Türk kağanları da kendilerinin bütün insanlığın hamisi ve babası olduklarına inanırlardı. Bunun için yedirirler, içirirler, büyük ziyafetler vererek mallarını yağmalatırlar ve halka baba gibi davranırlardı. Yani kendilerinin tanrı tarafından tahta oturtulmasından sonra tek sorumlu kişi olduklarını kabul ederlerdi.
Türkler hakanlarına “Acun Beyi” ünvanını verdikleri Alp Er Tunga’dan sonra hep “Dünya hakimi” adını vermişlerdir. Mesela Mete Han kendisinin tanrı tarafından tahta çıkarıldığına inanıyor ve kendini dünyanın hakanı olarak kabul ediyordu. Bunun için gönderdiği mektuplarda : “Tanrının tahta çıkardığı Hun Milletinin büyük Tan-yu’su” ifadesini kullanırdı. Kaşgarlı Mahmud’a gönderdiği mektupta : “Göklerin sahibi, yeryüzü ülkelerinin hakimiyetini bize verdi.” diye yazmıştır.
Oğuz Han Destanına göre Türkler, yeryüzünü bir tek devlet, Oğuz Kağanı da bu devletin hükümdarı kabul ediyorlardı. Oğuz Han tahta çıkınca : “Ben bütün dünyanın kağanıyım, bundan böyle herkes bana itaat edecektir” dedikten sonra oğullarına ve beylerine dönerek : “Güneş tuğumuz, bayrağımız olsun; gökte çadırımız” demiştir. Daha sonra babasının yerine tahta geçen Oğuz Kağan bütün milletlere elçiler göndererek : “Ben artık bütün dünyanın kağanıyım” diyor ve bütün dünyanın hakanı olduğunu ilan ediyordu. Göktürkler de, Türk devletinin dünya imparatorluğu olduğuna inanıyor, Türk hakanın oturduğu yeri de dünyanın merkezi kabul ediyorlardı. Göktürk hükümdarlarından Tardu Han, Bizans imparatoruna yazdığı mektupta : “Yedi iklim ve yedi ırkın büyük kağanından Bizans imparatoruna…” diye başlamıştır. Diğer Göktürk hükümdarları da Çin imparatorlarına gönderdikleri mektuplarda : “Tanrı tarafından gönderilmiş, yeryüzünün kağanı” ifadesini kullanırken Çin İmparatorları da gönderdikleri cevaplarda “Kutsal kağan” ifadesini kullanmışlardır. Bu gelenek Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları zamanında da devam etmiştir.
Padişahlar için “Cihan padişahı” denmiş, “Allah’ın gölgesi”, “Allah’ın vekili” gibi ünvanlar verilmiştir.
Alparslan : “Biz temiz Müslümanlarız, sapıklık nedir bilmeyiz. Bunun için Allah halis Türkleri aziz kıldı” derken üstün ve seçkin bir miller olduğunu ifade etmiştir.
Türk geleneğine göre Halife, Sultan Tuğrul Bey’e kılıç kuşatırken ona : “Doğunun ve batının padişahı, dinin direği “demiş kılıçı beline takmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, devlet adamlarına gönderdiği mektularda : “Hak Teala’nın taç giydiren sultanlar sultanı Sultan Süleyman Han…” diye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed de : “Yeryüzü tek millet, İstanbul da merkez olmalıdır” demiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Türk cihan hakimiyeti ideali, Türklerle beraber doğmuş, Türkler Müslüman olduktan sonra da bütün canlılığı ile yaşamış, İslam dininin cihad emri ile daha da kuvvet kazanarak devam etmiştir.
Buna sebep de cihangirlik vasfının Türklere yakışır olması, Türklerin doğuştan asker, emir vermek ve idare etmekte pek mahir olmalarındandır. Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın ifade ettiği gibi : “Türklerin en büyük vasfı, bir toplumun başına geçmekteki istidatlarıdır. Doğuştan hükümdar ve komutan olmak, emir vermek ve toplumları idare etmek için yaratılmışlardır.” (Türkiye Tarihi Cilt:2, Sayfa 37)
İbni Hassul, Türklerin idare etmekteki kabiliyetlerinin doğuştan olduğunu ve Allah’ın Türklere bir ihsanı olduğunu belirterek şöyle der : “Türkler emir vermek ve başkalarını idare etmek için yaratılmışlardır.”
Yusuf Has Hacib de, Kutadgu, Bilig adlı eserinde :
“Körü-berse imdi bu Türk beğleri
Ajun beğlerinde bular yeğleri”
Diyerek Türk beğlerinin dünya beğleri arasında en iyileri olduğunu ifade etmiştir.
Kaşgarlı Mahmud ise : “Dünya milletlerinin idaresi Türklerin eline verildi. Tükrkler tanrı tarafından bütün milletlere üstün kılındı. Allah’ın devlet güneşini Türklerin üzerine doğdurduğunu gördüm. Allah onların mülklerini gökyüzüne çıkardı ve onlara “Türk” adını vererek dünyaya hakim kıldı. Onları hükümdar edip halkın dizginlerini onların eline verdi. Türkler de kendilerine sığınanları aziz ettiler.” Dedikten sonra Divan-ı Lügat it-Türk adlı eserinde de Türkler hakkında şu hadisleri nakleder :
“Türk dilini öğreniniz. Çünkü onların hakimiyeti uzun sürecektir.”
“Benim doğuda “Türk” adını verdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman O kavmin üzerine onları salarım.”
c) Müslüman Olduktan Sonra Türk Cihan Hakimiyeti İdeali :
Türkler Müslüman olduktan sonra da cihan hakimiyeti ideali ile yaşamışlardır. Hatta bu ideal, İslam Dininin cihad emri ile daha da canlılık kazanmıştır. Türkler Müslüman olur olmaz, Müslümanların liderliğine talip olmuşlar, İslam’ın bayrağını ellerine alarak onu yüceltmişler ve üç kıtada şerefle dalgalandırmışlardır.
Türklerin cihan hakimiyetine memur edildiklerine inanan İslam ülkeleri de Türklerin liderliğini kabul etmiş, bazıları idarelerini Türklere teslim etmiştir. Diğer taraftan İslam ülkelerini temsil için halifelik, Peygamber Efendimizin kutsal emanetleri ve Kabe’nin anahtarı Türklere teslim edilmiştir.
Selçuklu ve daha sonra da Osmanlı sultanları “Cihan Padişahı”, başka bir ifadeyle “Doğu ve Batının hakimi” sayılıyordu. Bu bakımdan Türklerin yaptığı savaşlarda Türkleri kurtarıcı ve hamileri olarak gören azınlıklar, Türkleri lider kabul eden İslam ülkeleri, Türklerin galibiyet ve hakimiyeti için dua ediyorlardı. Mesela; Malazgirt meydan muharebesinden önce bütün İslam ülkelerinde Müslüman Türklerin zaferi için dua etmişler, Cuma hutbelerinde niyazda bulunmuşlardır.
Türklerin liderliği konusunda İslam ülkelerinin düşüncesi değişmemiştir. 1980 Aralık Ayında Ürdün’ün Ankara Büyük Elçisi Faysal El Hamud, Türkiyeyi İslam ülkelerinin lideri görmek istediklerini belirterek özetle şöyle demiştir : “Türklerin liderliği yeni bir şey olmayacaktır. Türkler tarihten gelen bu sorumluluklarını devam ettirmelilerdir.
“Arap aleminin gözü Türkiye üzerine çevrilmiştir. Türkiye’nin büyük insan gücü, bilgi birikimi ve teknolojik deneyleri vardır. Arapların lehine atılan bu son adımdan sonra, bunların mutlaka Arap toplumlarına yansıyacağına inanıyoruz. Ayrıca bu durum Türklerin orta doğudaki ekonomik etkinliğini de arttıracaktır…” (Bayrak Dergisi, 22 Aralık 1980) Türklerin cihan hakimiyeti inancı, kılıçlarını çekip ülkeler fethetmek, fethettikleri ülkelerin insanlarına emir vermek ve kuru bir cihangirlik arzusundan kaynaklanmıyordu. Türklerin arzusu, bütün insanlığa gönderilmiş olan son din İslam’ı yaymak “yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar savaşınız” buyuran Allah’ın buyruğunu yerine getirmek, “Allah yolunda ayağı tozlananlara cehennem ateşi haram kılınmıştır” diyen peygamberin müjdesine nail olmak ve yeryüzünde adaleti hakim kılarak insanları kılıçlarının gölgesinde rahat ve huzur içinde yaşatmaktı.
Selçuklu Sultanı Sancar bu durumu açıkça şöyle ifade etmiştir : “Biz daima gaza ve cihad ederiz. Zulmün ve adaletsizliğin önüne set çekeriz. Allah dünyayı bizim tasarrufumuza vermiştir. Bütün emirler ve hükümdarlar bizim memurlarımızdır.”
Türklerin düşüncesine göre cihan kendilerine emanet edilmişti. Bunun için ülkeleri zorla fethedip, insanlarını öldürmezlerdi. Kötü davranarak insana saygısızlık edemezlerdi. Zira insana iyi muamele ve saygı Allah’ın emri idi.
Tarih boyunca Türklerin savaşı, savaştıkları ülkelerin insanlarıyla olmamış, halka zulmeden idarecilere, uygulanan adaletsizliğe ve insan yaratılışına uygun düşmeyen sistemlere karşı olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, Almanya seferine çıkmadan Ferdinant’a bir mektup göndermiş ve özetle şöyle demiştir : “Hayli zamandır erlik davası edip, merdi meydanım dersin. Birkaç kere üzerinize vardım ortalarda görülmediniz. Avretinden, askerinden utanmaz mısın ? Beç sahasına gel de Allah’ın takdiri ne ise yerini bulsun. Saltanatı paylaşalım. Paylaşalım da reaya ve fukara da asude bir hayata kavuşsun.”
Savaşlardan sonra Türkler, girdikleri yerlere kan selleri içinde değil, “Aman diyene kılıç kalkmaz” düşüncesiyle girdikleri için yerli halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanmışlardır. Zaferden zafere koşarken her gittikleri yere insanlık götürmeyi hem dini hem de insani görev bilmişlerdir..
Dünyanın en huzurlu ve en uzun ömürlü imparatorluğunu kuran Osman Gazi hayatının sonunda oğlu Orhan Gazi’ye vasiyetinin bir bölümünde şöyle demişti : “Adil ve merhametli ol. Bütün insanları eşit olarak muamele ve himaye et. Allah’ın adını yeryüzüne yay. Eğer bu vasiyetime uymazsan ahrette iki elim yakanda olacaktır.”
Bu vasiyete yalnız Orhan değil, bütün osmanoğulları uymuş, bunun için rahat yataklarında yatmayıp gaza ve cihad yaparak ömürlerini geçirmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmed; “Dünyada bir tek din, bir tek devlet, bir tek padişah olmalı ve İstanbul da cihan payitahtı olmalıdır” demişti. Bu nedenledir ki, Osmanlı padişahlarının gayreti ile imparatorluk yıkılıncaya kadar Türk devleti bütün Müslümanların ve mazlumların merkezi olma hüviyetini korumuştur.
“Cihan hakimi” ünvanına hak kazanan padişahların ideali, hep cihan hakimiyetini gerçekleştirme yolunda olmuştur. Hayatları boyunca bunun için çalışmışlar, buna inanmışlar ve bu uğurda cihad ve gaza yapmışlardır. Mesela; Yavuz Sultan Selim, cihan hakimiyeti için sabahlara kadar düşünür, çoğu zaman dünya haritasının üzerinde uyur kalırdı. Mısır seferinden önce Peygamberimizin : “kalkıp gelsin, kutsal toprakların hizmeti ona verilmiştir” daveti üzerine Mısır seferine karar vermişti.
Türk padişahları, cihan hakimiyeti idealini gerçekleştirmek için yaptıkları savaşlardan önce “Ya Rabbi bu ordu senin ordundur, onu koru ve düşmanlarına karşı muzaffer kıl” diye dua etmişlerdir.
Osmanlı imparatorluğu kurulduğu sırada Eskişehir-Bilecik-Kütahya arasında 2000 km karelik küçük bir toprağa sahipti. 350 yıl sonra ise bu toprakların büyüklüğü yirmi bin katına ulaşmıştır. Ve Osmanlı, üç kıtaya, yedi denize hakimiyet kuran cihan imparatorluğu haline gelmiştir. Vaktiyle Osmanlı devleti ile Avrupa devletleri arasında hudut tesbiti için bir komisyon kurulur. Avrupa devletleri murahhasları, Osmanlı devletinin hudutlarını gösterir bir harita isterler. Türk temsilcileri :
-Yoktur, derler, Bu cevap Avrupa murahhaslarının canını sıkar ; -Tembellik etmişsiniz, diye söylenirler, Bizimkiler de :
-Ne münasebet diye atılırlar. Biz bu ülkeleri arşınla almadık, kılıçla aldık, efendiler derler. Bütün bunlar, Türklerin tarih boyunca kendilerini cihan devleti kurmaya memur saydıklarını gösterir. Tarih incelendiği zaman görülecektir ki, Türk Milleti, İslam’a hazırlık devirlerinde bu ideale bağlı olduğu gibi; Müslüman olduktan sonra da bu ideali
yaşatmışlardır. Bu idealle hakimiyet kurmuşlar, kurdukları hakimiyetler sırasında ayrı din, dil ve ırka bağlı olan insanların kendi toplum sistemleri içersinde yaşamasına imkan verilmiştir. Eğer, Türklerin insanlığa sunduğu idare şekli, adil, insani olmasaydı, biç bu kadar yaşayabilir miydi ? Mesela, “Üzerinde güneş batmaya İmparatorluk” denen İngiliz İmparatorluğu ancak insani ve adil olmadığı için 19. asrın başından 20. asrın ikinci yarısına kadar ayakta kalabilmiştir.
Türk cihan hakimiyeti idealinin dayandığı temellerin insani olması, Türk cihan hakimiyeti idealinin asırlar boyu yaşamasını sağlamış ve Müslüman Türklerin başarılarının sırları olmuştur.
d) Türk Cihan Hakimiyeti İdealinin Dayandığı Temeller :
Türk Cihan hakimiyeti idealini kısaca insani ve İslami temeller olmak üzere iki ana bölümde toplayabiliriz :
1) İnsani Temeller :
Türk kültürüne ve İslam inancına göre insan, Yüce Allah’ın yaratıp yükselttiği
kutsal bir varlıktır. Bu kutsal varlık olan insan, Allah tarafından Türklere emanet edilmiştir. Bunun için Türkler hep insanların huzuru ve mutluluğu için çalışmışlardır, İnsana hizmeti kutsal görev saymışlardır. Hangi dinden, hangi milletten olursa olsun insanı hor görmemişler, zulüm ve kötü muamele ile insanı alçaltmamışlardır. İnsanlık anlayışları ve insana verdikleri değerle insanı yüceltmişlerdir.
Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig adlı eserinde, Türklerin insana verdikleri değeri şöyle ifade etmiştir :
“Tanrının kullarına faydalı ol. Ancak insanlara faydalı olan kimselere insan denilir.” Tarih boyunca Türkler insanlara adalet ve merhametle muamele etmişlerdir. Ordunun ve milletin başına geçen idareciler, insanlara iyi davranılması için kesin emirler vermişlerdir. Mesela Oğuz Han, kazandığı zaferlerin sonunda yerli halka : “Oğullarım şehri yağladılar mı ? Halka zulmettiler mi ? diye sorar “Hayır” cevabını alınca da Allah’a şükrederdi. Türk töresinde yağmalamanın ve zulmetmenin cezası ölümdü. Tarih boyunca kimseye zulmedilmediği için yabancılar kendi idarecilerinin zulmünden bıkıp, kendi arzularıyla Türk idaresini tercih etmişlerdir. Türkler de kendilerine sığınan insanları Tanrı emaneti kabul etmiş ve insanca yaşamaları için büyük fedakarlıklarda bulunmuşlardır.
Türkler savaşırken köleci devlet anlayışı ve emperyalist zihniyetle savaşmamışlardır. Fethettikleri ülke halkına huzur, refah, adalet götürmüşlerdir. Halkı her konuda serbest bıraktıkları halde memleketini terk edip giden olmamış, Türk idaresi altında yaşamayı tercih etmişlerdir Hatta Türkleri kurtarıcı kabul ettikleri için kendi idarecilerine karşı Türklerle omuz omuza savaşmışlardır. Ayrıca Türkler tarihin hiçbir devrinde istilacı ve barbar bir millet olmamışlardır. Türk tarihi tetkik edilecek olursa, bugün dünya insanlarının kardeşliğini savundukları halde insanlara kan kusturan yüzlerini kızartacak zulüm örnekleriyle dolu olduğu görülecektir.
Bugün hümanist geçinen Avrupa’nın savaşları hep saldırı, sömürü, istila ve imha arzusundan doğan savaşlar olmuştur. Dünyaya yayılma politikası güden Komünist Rusya, emperyalist emellerini ne derse desin sosyalizm maskesi ile gizleyemez. Şu anda sömürdüğü ülkelerin insanlarının dramı cehennem tablosu arz etmektedir. İnsanların tek ümidi ise bir gün bu acıklı durumdan kurtulmak olmuştur.
Türk tarihinin muhteşem zaferleri ve fetihleri asla emperyalist arzularla gerçekleşmiş zafer ve fetihler olmamıştır. Türkler her gittiği ülkeye medeniyet taşımış, fethettikleri ülkeleri her yönü ile imar etmişlerdir. İnsanları bunaltan Ortaçağı kapatarak yeni çağlar açmışlardır. İnsan tabiatına uymayan sistemlerden ve kendi idarecilerinin zulmünden bıkanlar defalarca Türkleri kurtarıcı olarak davet etmişler, Türkleri kendi topraklarında sevgi gösterileriyle karşılamışlardır.
Emperyalist olmadıkları gibi emperyalist saldırılara karşı mazlum insanları savunan Türkler, her yerde herkese adaletle davranmışlardır. Çünkü Türklerin inancına göre kutsal yaratık olan insanın huzurunu sağlama ve cihana düzen vereme görevi Yüce Allah’ın kendilerine verdiği görevdi.
Oğuz Destanında Oğuz Han: “Adem topraktan yaratılmıştı ve sonunda toprak
oldu. Biz de hepimiz toprak olacağız. İnsan ne kadar güçlü olursa olsun bunu unutmamalı ve iyilk yapmalı, kötülük değil.” Derken Yusuf Has Hacib de : “Kendi menfaatini düşünme, halkın menfaatini düşün, yükü kendin taşı halka yükleme” diyerek Türklerin insanlık düşüncesini dile getirmiştir.
Türklerin savaşları, etrafa korku vermek, güçlerini düşmanlarını yenmekle ispatlamak ve gururlarını tatmin etmek için yapılmamıştır. Türklerin bütün gayeleri, haksızlığın, zorbalığın yok edilerek, yeryüzünde adil bir düzen kurulmasıydı.
Türklerin fetih arzuları gerçekleştikçe zulümden kurtulan insanlar, Tanrının kendilerini koruması ve zalim idarecilerini cezalandırması için Türkleri gönderdiğine inanıyor ve Türklere bağlanıyorlardı.
Bu durumun sonucunu Kaşgarlı Mahmut şöyle ifade etmiştir :
“Türkler ile beraber olan kavimler aziz oldular. Türkler tarafından her arzularına eriştirildiler… Türkler himayelerine aldıkları milletleri kötülerin şerrinden korudular.”
Türklerin bilhassa Osmanlıların ülkeleri zorla fethettikleri, gittikleri yerlerde insanları öldürdükleri, böylece emperyalist bir düzen kurdukları iddiaları mesnetsiz birer yalandır. Bu tür iddialar düşman propagandasından başka bir şey değildir.
Türkler başka ülkeleri hiçbir zaman sömürge olarak görmemişlerdir.. Bunun için Türk idaresi altında yaşayan milletler kendi idarecilerinden görmediklerini görmüşlerdir. Türk hakimiyeti boyunca memnun kaldıkları bir hayat yaşamışlar, Türklerden sonra her zaman Türk idaresinin özlemini duymuşlardır.
Türklerin en belirgin özelliği, zayıfları himaye etmeleri ve zalimleri cezalandırmaları idi. Ayrı dinden, ayrı milletten olmalarına rağmen yabancı halka baba gibi davranmışlardır. Hatta gönderdikleri bir mektup üzerine düşmanlarının bile yardımına koşmuşlardır.
Fransız kralı II. Henri, Charle-Ounitle harbe başlayınca Kanuni Sultan Süleyman’a bir mektup yazmış ve şöyle demişti :
“Şimdiki halde Fransa’nın hiçbir şeyi kalmamıştır. Padişah-ı Alem-penah Hazretleri’nden başka hiçbir yerde de ümit yoktur. Nitekim bundan önce de bir çok defalar Padişah-ı Alem-Penah Hazretlerinin yardımı görülmüştür. Eğer biraz para ve mal yardımı yapılırsa, Fransa bundan ebediyete kadar minnettar kalacak ve Türk cömertliği bir kere daha cihana nam verecektir. Bu yardım, Padişah-ı Cihan Hazretleri için lâ şey mesabesindedir.” (Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi,Cilt6, Sayfa:64)
Asırlarca Türk adaletinin gölgesinde barınan insanlar, insanlıklarından hiçbir şey kaybetmemişlerdir. Eğer bugün bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi Türkler, emperyalist ve imha politikası uygulamış olsalardı, altı asırlık bir hakimiyet sonunda Türklerin hakim oldukları yerlerde bir tek Hıristiyan ve Türkleşmeyen bir millet kalır mıydı ?
Tarih okunsun. Orhan Gazi İznik’i alınca halka adaletle muamele etti. Bunun üzerine halkın : “Ne olurdu daha evvel Tükler bize bey olsaydı” dediğini tarihler kaydeder.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra kendisini kurtuluş sevinci ve
çiçek demetleriyle karşılayan halka beklediklerinden daha iyi davranmıştı. İstanbul’u Türklerden tekrar geri almak isteyen Haçlı orduları hazırlanırken gizlice bu hazırlığı bildirmek ve durumu anlatmak için gelen casuslara Hıristiyan alimlerden biri : “Eğer İstanbul’u almak için tekrar savaş ederseniz, bizi karşınızda bulursunuz” cevabını vermiştir.
2) Dini Temeller :
İslam’dan önce de kendilerini Allah’ın cihan hakimiyetine memur ettiğine inanan Türkler, Müslüman olduktan sonra İslam’dan aldıkları güçle dünya üstünde dünya kurmuşlar, hakimiyetlerini genişleterek bugünkü topraklarımızdan tam ondokuz misli fazla topraklara hükümran olmuşlardır.
Müslüman Türklerin cihan tahtına sahip olma yolunda takip ettikleri politika, hiçbir zaman kuru toprak kavgası ile topraklarını genişletmek politikası olmamıştır. Müslüman Türklerin gayeleri, ilahi rızayı kazanmak, yeryüzünde küfür ve fitneyi yok ederek “İlay-ı Kelimetullah” Allah’ın adını yer yüzüne yaymak, zalimlerin korkulu rüyası ve mazlumların kurtarıcısı olmak ilkesine dayanır.
Zira İslam Dini, cihadı farz kılmıştır. Bunun için Türkler, Müslüman olmak ve Müslüman kalmak için verdikleri tarihi karardan sonra İslam’ın cihad farizasını yerine getirebilmek için Allah yolunda durmadan at koşturmuşlardır. Hiçbir Selçuklu ve Osmanlı Padişahı rahat yatağında ruhunu teslim etmemişlerdir. Hepsi de mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmişlerdir. Her sıkıntı karşısında Allah’ın azabından daha çetin, cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu düşünerek hiçbir zahmet ve fedakarlıktan çekinmemişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’deki Cenab-ı Allah’ın :
“Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Muhakkak ki Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara Suresi, ayet :190)
“Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve bütün din Allah’ın oluncaya kadar inanmayanlarla harbedin. Eğer vazgeçerlerse onları bırakın…” (Enfal Suresi, ayet : 39) emirleri gereğince, Türkler, insafı, adaleti ve merhameti elden bırakmadan küfür ve kötülüklerle sırf Allah rızası için savaşmışlardır.
Bu konuda Türk-İslam tarihinden vereceğimiz şu misaller, Türk cihan hakimiyeti idealinin dayandığı temel ve yönelik olduğu hedefi açık olarak ortaya koyacaktır sanırım.
Tuğrul Bey ordusu ile Hemedan’a giderken büyük alim Baba Tahir ile Baba Cafere rastlar. Tuğrul Bey derhal atından inip ikisinin de elini öper. Baba Tahir :
- Ey Sultan, Allah’ın kullarına ne yapmak istiyorsun ? diye sorar.
Tuğrul Bey şöyle cevap verir :
- Allah ne emretmişse.
Baba Tahir, Kur’an’dan “Allah muhakkak adaletle davranmayı ve ihsanda bulunmayı emreder” anlamındaki ayeti okur. Ve bu emri yap” der.
Gözleri yaşaran Tuğrul Bey :
-Öyle yapacağım.
Deyince, Baba Tahir, Sultanın elinden tutar. Abdest aldığı ibriğin kapağını parmağına takar ve :
-Bunun gibi dünya ülkelerini eline verdim. Adaletli ol.” Der.
Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gazi, Hayatının sonunda görev ve sorumluluklarını oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyet eder :
-“Baka Orhan !… Bizim kavgamız kuru bir cihangirlik kavgası değildir. Gaza ve cihada devam ediniz. İslam’ın kuvvetlenmesine çalışınız. Livay-ı Şerifi yüksek tutunuz.”
“Ruhumu ferahlandıran sen kederlenme, dünyadan üzgün ve gözü açık ayrılmıyorum. Sözlerimi iyi dinle ve unutma.”
“Adil ol, merhametli ol. Bütün halkı eşit olarak himaye et. İslam Dini yaymaya çalış, taptığımız Allah’tır, Kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. Haksızlık edersen ahrette iki elim yakanda olacaktır. Daima haklıların yanında ol. Bu soy daha yüzyıllarca devam edecek ve askerimiz dünyayı dize getirecek cesarettedir. Yeni bir devlet kurduk, onu yüceltmek, yaşatmak sizin elinizdedir. Bu da kalplerinizdeki iman gücüne bağlıdır. Kitabı elden bırakma. Daima Allah’a şükredip, devamlı bu nurlu yoldan yürü.”
Gaza ve cihadlarıyla “Fatih” ünvanını alan Sultan Mehmed, Uzun Hasan’a hücuma hazırlandığı sırada Uzun Hasan Fatih’e bir elçi heyeti gönderdi. Aralarında Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun da vardı.
Fatih’in “ana” diye hitap ettiği Sara Hatunla beraber yola çıkılmıştı. Fatih’in ve ordusunun Trabzon’a ulaşabilmek için yolda çekilen zahmetleri gören Sara Hatun, Fatih’ e :
-Evlat, Trabzon nedir ki, bu kadar zahmet niye ? deyince Fatih :
-Ana, Trabzon’a gidişten maksat, kale fethedip servet kazanmak değildir. Maksadımız buraları Müslümanlara vatan yapmaktır. Allah’ın rızasını ve cihad sevabını kazanmak içindir. Bunun için bu sıkıntıların daha fazlasını çeksek yeridir.” Demiştir.
e) İdealin Zayıflaması :
İki asır öncesine kadar Türkler, dini, milli ve insani idealleri ile dünyanın yarısında Türk bayrağını dalgalandırmıştı. Bu durumu şair M.C. Kuntay “Kimdir” adlı şiirinde şöyle ifade etmiştir :
“Maziye sor, ecdadımı söyler sana kimdi ;
Bir bitmez ufuktum, küre vaktiyle benimdi.”
Nihayet Tanzimat’la beraber Batı kopyacılığı ile benliğinden ve ideallerinden koparılan Türk milletinin inanç ve idealleri de imparatorluğun zayıflamasıyla beraber zayıfladı. Düşman, bu durumu fırsat bilerek Türk Milletini can çekişen hasta ilan edip, mirasını paylaşmak için maddi ve manevi yönden saldırıya geçti. Çar I. Nikola, İngiliz Elçisi Sir Hamilton Seymura : “Kollarımızın arasında hasta bir adam var. Mirasını şimdiden paylaşalım sonra ölürse birbirimize düşeriz.” demişti.
Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasından sonra, daha evvel Türk hakimiyeti altında insanca yaşayan ülke insanları acımasızca sömürgeleştirildi. Sinsi oyunlarla Türklerle Türklerin, Müslüman’la Müslüman’ın arası açıldı. Hatta Anadolu topraklarının dışında gözümüzün olmadığı ilan ettirilerek burnumuzun dibindeki adalar dahil, yüce bir ideal uğruna şehit kanlarıyla sulanan topraklar terk ettirildi.
En büyük yıkım ve gevşeme ise dini inançların zayıflatılmasıyla olmuştur. İşin en acı tarafı da yarı aydınımızın öç alma arzusunda olan düşmanın oyununa gelmesi ve Türk Milletini Hıristiyan Batı’ya uydu durumuna getirme çabalarının dini ve milleti ideallerin zayıflamasına sebep olmuş olmasıdır. Bu zayıflama ise insanımızın değişmesini ve ideallerinin yozlaşmasını kolaylamıştır.
Bu durumda bazı yarı aydın ve yönetici kesimin zevk ve eğlenceden başka bir şey düşünmemesi, hatta zevk ve eğlencelerini kısıtladığı için Ramazan ayının gelişi ile beliren düşüklük gösterilerinin sergilenmesi, pasifize olmayı ve zaafları kökleştirmiştir.
Bütün bunlara rağmen şunu açıkça itiraf edelim ki, bütün gevşemeler ve zaaflar, beliren yok oluş emareleri, milletimizin tarihi kararlarını ve yüce ideallerini tamamen yok edememiştir.
f) Netice :
İnanıyoruz ki, milletimiz gelecekte yine cihangir olmaya layık bir millettir. Türk Milleti tarihte bütün maddi güçleri hükümsüz bırakan inanç ve idealleriyle düşmanlarını yenerek insaf ve merhamet kanatlarının altında barındırmışlardır. Bu durum, Türk inanç ve düşüncesinin olgunluğunun delilidir. Bu bakımdan kehanette bulunmuyoruz ama iddia ediyoruz ki, Türk Milleti, kurtuluşu kendinde aradığı ve kendi ideallerine sahip çıktığı gün tekrar cihan tahtına da sahip olacaktır. Büyük alimi İsmail Hakkı Bursalı’nın dediği gibi : “Dünyada ahir tasarruf Türk’ündür.”
Bugün kurtarıcı rolü oynayan sistemlerin mutlak sonu gelecek, kurtuluş arayan insanların acıları Türk hakimiyeti ile son bulacaktır. Zaman buna gebedir.
Bugünkü içine zorla itildiği haline bakılıp, geleceğin cihangir milleti yanlış ve kasıtlı kararlarla ne Batının uydusu, ne de Komünist ülkelerin sömürgesi yapılamaz. Eğer kurtuluş aranıyorsa, Türk Milleti kendine dönmek, geçmişte kendini büyük kılan değerlerine sarılmak mecburiyetindedir.
Kesin olarak bilinmelidir ki, milletimiz bugün hakir olmuşsa, buna sebep Türk ve Müslüman olması değildir. Türk Milletini hakir gören ve geri kalışını Türk olmasında arayanlara Abdulhak Hamit şu cevabı vermiştir :
“Sen Türk adını anıyorken biraz eğil,
Türk’ün sebep sukutuna Türk olması değil !..”
Milletimiz bugünkü durumuna millet düşmanlarının ihaneti ve taklitçilik sevdası ile öz benliğinden koparılması neticesinde gelmiştir. Dönüm noktasında bulunduğumuz şu anda artık gerçekler iyi görülmeli, dost-düşman iyi tanınmalı bize hiçbir fayda sağlamayacak yıkıcı, bölücü sevdalardan vazgeçilmelidir.
Milletimizin düşüncesi, insani idealleri sağlamdır. Bu düşünce ve ideale sahip çıkacak olursak ecdadımızın ulaştığı cihangirlik mertebesine ulaşmamız için hiçbir engel yoktur. Yeter ki kurtuluşu kendimizde arayalım. Kurtuluşu kendimizde aradığımız gün Allah’ın devletimizi daim, milletimizi ebedi ve yolunda mücadele verenleri muzaffer kılacağına inancımız tamdır.
Allah devletimize, aziz milletimize zeval vermesin. Yeni nesli cihan tahtına layık kılsın.