TÜRK AHLAK VE SECİYESİ
Dünya kurulalıdan bu yana gelmiş geçmiş her milletin inancından, milli kültüründen, hayat ve dünya görüşünden doğan milli bir ahlakı olmuştur. Şimdiye kadar tarihe sermaye olan milletler ahlaki bozuklukları nedeniyle yok olmuş, bugün varlığını devam ettiren milletler de ahlaklarının sağlamlığı sebebiyle ayakta kalmışlardır.
Türkler, tarihin akışı içerisinde sağlam inanç ve kültür kaynaklarından oluşan güzel ahlaklarıyla, tarih boyunca yaşama imkanı bulmuşlar, devletleri yıkıldığı halde ahlakları yıkılmadığı için kısa zamanda teşkilatlanarak yıkılan devletlerinin yerine bir yenisini kurmuşlardır. Ahlakının sağlamlığı sayesinde milletimiz hiçbir devirde sefalete, yoksulluğa sürüklenmemiş, manevi medeniyetten sonra maddi medeniyet ve istikrarlı, huzurlu bir toplum düzeni kurmuştur. Böylece Türk Milleti, tarihin mezarlığına gömülen milletler gibi yok olma şanssızlığı gibi bir acı felakete uğramamıştır. Varlığını sürdürürken insanlık yönünden Türk medeni hayatı, yaşayan milletlere örnek teşkil etmiştir.
Türklere sempati ve hayranlık duyan milletler, Türklerin ortaya koyduğu akıllara durgunluk veren insani ve ahlaki üstünlüklerini tılsımlara, tabiat üstü kuvvetlere bağlarken, bazı milletler de Türklere karşı duydukları kin ve nefretin sonucu, Türklerin barbar ve kaba insanlar oldukları konusunda düzme iftiralarda bulunmuşlardır. Fakat Türkler, üstün vasıfları ve yaşayışlarıyla kanlı fetihler yapan barbar, hunhar bir millet olmadığını her zaman her yerde ispatlamış ve dini husumetin aleyhlerinde oluşturduğu her iftirayı asılsız bırakmışlardır.
Yapılacak sathi bir tetkik bile Türk Milletinin insanlıktan yoksun, iptidai bir millet olduğu yolunda uydurulmuş iftiraların asılsızlığını ortaya koymaya yetecektir. Bu konuda Türkleri tanıdıktan sonra söylediklerinden pişmanlık duyanların itirafları, Türk düşmanı oldukları halde yabancıların Türkler hakkındaki hayranlık ifadeleri, beklemedikleri halde bizzat şahit olduktan sonra anlattıkları olaylar ve bütün bunları içine alan sayısız eserler ortadadır.
Şimdi bu eserlerden ve Türkler hakkında söylenmiş yabancılara ait sözlerin birkaçını nakletmekle yetinelim :
Türkler namuslu, insanlardır. Bunun böyle olduğu birçok yabancı dost ve düşman tarafından açıkça ifade edilmiş, yabancı kaynaklarda Türkler namuslu insanlar olarak belgelenmiştir. T.H.Gatuier : “Türkler saffet ve sadelikle tanınırlar. Namuskarlıkları herkesin malumudur. Türk’ün sözü dünyanın en sağlam senet ve imzaları kadar muteberdir.” Derken Arap Mütefekkiri Cahiz de : “Türkler pek namuslu insanlardır. Ne harpte, ne sulhta hile yapmazlar, fırsattan istifadeye tenezzül etmezler, özleri ve sözleri doğrudur” demiştir. İngiliz
Müellifi Th.Thornton ise Türklerin namuskarlığını şu sözlerle ifade etmiştir : “Namuskarlık
Türk tüccarının belirgin özelliğidir. Hilekarlıklarına hiçbir tedbirin fayda vermediği
Yahudi’den, Rum’dan, Ermeni’den Türk’ü ayırt eden bu özelliktir. Rumlarla karışık olmayan Türk köylerinde hayatın masumluğu ve geleneklerin sadeliği çok ilgi çekicidir. Hilekarlıkla dolandırıcılık oralarda tamamıyla meçhuldür”
Patrik Süryani Mikail meşhur Vakaayi’namesinde şöyle der : “Türklerin meziyetleri vardır. Hilekarlıkla, sahtekarlık bilmezler ve doğruluktan ayrılmazlar. Karı-koca ihanetinden çekinirler, onun için Türkler arasında zina ender bir şeydir.” (1)
Baltacı Mehmet Paşa Prut seferinde meşhur seyyah A.de La Matraye’nin yazdığı seyahatnamenin 258 nci sayfasında : “Hırsızlara gelince, bunlar İstanbul’da son derece nadirdir. Ben Türkiye’de takriben ondört sene kaldığım halde, bu müddet zarfında hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim. Yol kesen haydutların cezası kazıktır. Ben bu memlekette geçirdiğim müddet zarfında yalnız altı haydudun kazıklandığını işittim. Onlarda bu Rum cinsindendi, diye yazılıdır.” (2)
On sekizince yüzyıl başlarında Osmanlı ülkesini dolaşan yazar A de La Montraye, “Asya ve Afrika” adlı eserinde eski Türk seciye ve ahlakını belgeleyen açıklamalarda bulunur. Haşmetli dönemlerimizde ülkemizi dolaşan her Avrupalı gibi o da hayran kalmış, gördüklerini eserinde anlatmıştır. Aşağıda yazarın hatıralarından bir parça sunuyoruz : “Türklerin namuskarlığını teslim etmek suretiyle kendim için vazife bildiğim hakkın yerine getirilmesinde bir an bile tereddüt edemem. Bir çok tanıdıklarımın ve bilhassa daimi dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hal vardır. Çeşitli dükkanlardan öte beri satın alırken para vermek için boynumdan çıkardığım kesemi veya vakti anlamak için çıkardığım saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkancının mallarını kaldırıp yanlış verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekilip gittiğim olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır. Çünkü bu gibi durumlarda dükkancılar peşimden adam koşturmuşlar ve hatta dalgınlığım neticesini anladıktan sonra dükkana dönmemişsem unuttuğum şeyi iade etmek için kaldığım Beyoğlu’na kadar gönderip bir çok defalar beni aramışlardır.” (3)
Aynı yazar devamla :
“Osmanlı Türkleri diğer faziletleri kadar namuskarlık, dürüstlük ve doğruluk
Kur’an’ın hükümlerine dayanan meziyetleri itibarıyla da şayanı takdirdirler. İçtimai nizamın Osmanlılar arasında kurmuş olduğu münasebetlerin hepsine temiz yüreklilikle hüsnü niyetin hakim olduğu anlaşılmaktadır. Vatandaşları birbirine karşı taahhüt altında bulundurmak ve bunların hükümlerini icra ettirebilmek için başka memleketlerde olduğu gibi her zaman tahriri ve sikalara ihtiyaç yoktur.”
“Osmanlı Türklerinin methü sena edilebilecek meziyetlerinden biri de verdikleri söze umumiyetle sadık olmaları, insanları aldatmaktan ve emniyeti kötüye kullanmak ile insanların safdilliliğinden istifadeye kalkışmaktan veya istismar etmekten vicdan azabı duymalarıdır. Bu konuda Müslüman ile Müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler. Zira her türlü gayri meşru kazançları İslamiyet bakımından kötü sayarlar ve meşru bir surette kazanılmış bir servetin ne bu dünyada, ne de öteki dünyada hiç kimseye hayrı olmayacağına kesin olarak inanırlar.” (4)
Türk tarihi baştan sona ahlaki faziletlerle doludur. Türk tarihinin başlangıcından itibaren asalet, Türklerin ruhu olmuş ve bu ruh Türk topraklarında gerçekleşen saadetin kaynağını teşkil etmiştir. Türklerin ahlaklarının üstünlükleri karşısında aşırı Türk düşmanlıklarına rağmen yazar ve düşünürler, kendilerini mest eden gerçekleri itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Bunlardan Türk ve İslam düşmanlığı ile tanınan Fransız yazarı Guer : “Gerek İstanbul’da, gerek Osmanlı İmparatorluğunun bütün şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak surette ispat etmektedir ki Türkler hiçbir zaman görülmemiş derecede medenidirler” demekten kendini alıkoyamamıştır.
Alman elçisi Bucbecq de : “Bu muazzam kalabalık içinde imrenilecek diğer bir husus da nizam ve sessizliktir. Aralarında hiçbir bağrışma, gürültü ve uğultu olmaz. Halbuki bizde birkaç kişi bir araya geldi mi gürültüden durulmaz” demiştir.
Türkleri iyi tanıyan Fernand Grenard da Türklerdeki asayiş ve nizamı şu sözlerle ifade eder : “Hükümete düşen vazife sadece asayiş ve nizamı temin etmekten ibarettir. Bu vazifeyi de yabancı müşahitlerin takdirini çekecek şekilde icra eder. Sokakta silah taşımak yasaktır. Kavga olmaz, anlaşmazlıklar seyrektir. II. Henri’nin sefiri olan M.D’aramon’un sekreteri Jean Chesneau şöyle yazıyor : “İnzibat öyle düzenli, sükunet öyle büyük ki, gözüyle görmeyenin buna inanmasına hemen hemen imkan yoktur… Geceleri şehri muhafaza etmek için elinde fener ve baston taşıyan bir kişi, tek başına dolaşır. Ve Paris’te yanında okçularıyla dolaşan nöbetçi kumandanından daha fazla korku verir.” (5)
A.L.Castellan 1811 yılında yayınladığı eserinde Türklerin dürüstlüğünü şöyle dile getirmiştir. “Dostlarımızdan biri, içinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordu. Tophane iskelesine çıkarken torba yırtılır, paralar dökülüp rıhtımın üzerine dağılır ve hatta bazıları yuvarlanır. Halk hemen üşüşür, herkes bulabildiği kadar toplar. Torbanın sahibi olanları büyük bir endişe ile izler; fakat her taraftan gelip paraları deniz kıyısındaki torbaya koyduklarını görünce içi rahatlar. Hatta kayıkçılar suya dalıp denize düşenleri de çıkarırlar. Avrupa’lı dostumuz bütün bunlara karşı cömertlik göstermek isterse de kimse bahşiş almaya yanaşmaz. Zaten o kalabalığa bahşiş yetişmez. İşte bunun üzerine hamalın biri torbayı yüklenip dostumuzun evine götürür. Zavallı adam büyük bir merak içinde parasını hemen saymış, bin kuruşun tam olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kalmış. Gözlerine inanamamış ve parayı bir kere daha saymış, tek bir kuruşun bile eksik olmadığını hayretler içinde görmüş.
Halkın en yoksul tabakasında incelikle zarafetin bu derecesi acaba yalnız Türklere mi münhasırdır ? Her halde şurası gerçek ki, bu durum hiç değilse büyük bir hakkaniyetle hüsn-ü niyet şuurunun Türk Milleti’ne şeref veren bir ifadesi demektir.” (6)
“Batılı seyyahlardan A.de La Montraye şöyle demektedir : Din ayrılığından Müslümanlarla Hıristiyanlar birbirlerinden nefret ederler. Fakat bu nefret Türkiye’de hiçbir kötülüğe sebep olmaz. Çünkü Türkler kendi dinlerinden olmayan hiç kimseyi inanç ve imanından ötürü rahatsız etmezler. Eğer dini kin denilen şey bizde aynı şekilde kalsa veyahut atılgan şekiller almasaydı, Avrupa milletleri kendilerini daha mutlu sayabilirlerdi.” (7) “Fransız Generallerinden Conte de Bonneval diyor ki : “Haksızlık, faizcilik, stokçuluk, ihtikar, hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında bilinmez. Bu memlekette yaşayan Hıristiyanlar özellikle Rumlar öyle değillerdir. Sık sık çarpıldıkları cezalara rağmen ahlaksızlıklar içerisinde yaşarlar.” (8)
“İngiltere’nin İstanbul elçilerinden James Forter de Türk köylüsünün saf ve temiz ahlakının bozanların Rumlar olduğunu şöyle açıklıyordu : “Türklerle Rumların karışık yaşadığı köylerde Rumların, Türklerin ahlakını bozduklarını, Türklerin sahtekarlığı Rumlardan öğrendiklerini, Türk aileler arasında fitne fesat tohumlarının Rumlar tarafından ekildiğini, Türkler arasındaki davalara Rumların sebep olduklarını, kadıların Rumlar tarafından rüşvete alıştırıldığını, kadının himayesini sağladıktan sonra haksızlıklarına alet ederek Rumları zengin edecek ortamı hazırladıklarını…”(9) kaydederek Türkler arasında görülen bazı kötü davranışların Rumlar tarafından sokulduğunu belirtir.
Fransız seyyahı Du Loir da diyor ki : “Rumlar da aynı memlekette dünyaya geldikleri halde mizaç itibarıyla Türklerden o kadar farklıdırlar ki, atalarının kötü huylarına, yani hile, düzenbazlık ve benlik, gurularına mirasçı olmuşlardır. Tam tersine Türkler son derece samimi ve alçak gönüllü insanlardır.” (10)
Türkler beraber yaşadıkları azınlıklar arasında güzel ahlakları ile tanınmışlardır. M.de Thvenot, Osmanlı ülkesinde yaptığı bir seyahatten sonra kaleme aldığı seyahat notlarında şöyle der : “Türkler arasında faiz ve karaborsa büyük bir günah sayıldığı için bu türlü işlere pek rastlanmaz. Çok dindar, gayet şefkatli ve insaniyetlidirler. Din gayretleri son derece yüksek olduğu için bütün Türkler İslamiyet’i bütün kainata baştan başa yaymak isterler. Eğer bir Hıristiyan’a karşı hürmet ve sevgi duyacak olurlarsa Müslüman olmasını rica ederler.” “Türkler çok hürmet besledikleri padişahlarına sadıktırlar, gözleri kapalı olarak itaat ederler. Padişahına ihanet edip Hıristiyanlarla işbirliği eden Türk’e rastlanmaz.”
“Birbirleriyle vuruşup dövüşme bilmezler ve şehirlerde kılıç taşımazlar; hatta askerler bile hançer taşımakla yetinirler. Türkler arasında birbirine meydan okuyan azdır. Memleketlerinde düello bilinmez. Bunun sebebi de Hz. Muhammed’in iki büyük ihtilaf kaynağı olan içki ve kumarı yasak eden hakimane siyasetidir. Onun için temiz ahlaklı Türkler hiç şarap içmezler. Gerek içki içenler; gerek afyon ve esrarla kendinden geçenler saygı görmezler.”
“Oyunlara gelince birçok oyun oynarlar, ama bunlar karşılıksızdır. Bundan dolayı da dövüşmezler. Eğer aralarında kavga çıkacak olursa; o sırada ilk önlerine çıkan kimse hemen aralarını bulur. Veya şikayetçi taraf arkadaşını hakim huzuruna davet edip şahitler getirir. Öteki taraf mahkemeye gitmekten kaçınmaz. Çünkü kaçındığı takdirde suçunu itiraf etmiş olur. Hakimin huzurunda her iki taraf da delillerini arz eder. Haksız çıkan mahkum olur ve eğer hak etmişse çok defa sopa cezası yer.” (11)
“XVIII asırda İngiltere’nin İstanbul Sefiri bulunan Sir James Porter bakınız ne diyor :
“Türkiye’de yol kesmek vak’alarıyla ev soygunculukları ve hatta dolandırıcılık, yankesicilik vak’aları adeta meçhul gibidir. Harp halinde olsun, sulh halinde olsun yollarda evler de emindir.”
“Türkler hırsızlığı, ister insanlığa yakışmaz menfur bir hareket, bir şerefsizlik ve alçaklık saydıklarından, ister kanunlardan korktuklarından yapmamış olsunlar, şurası muhakkaktır ki Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve soygunculuk vak’aları son derece nadirdir.”
“Bu kadar geniş bir İmparatorluğun bir ucundan öbür ucuna bir çok yollardan gidilebildiği için yakayı ele vermeksizin hırsızlık yapmak da, adam öldürmekte mümkün olduğu halde, kimse bu fırsatlardan faydalanmayı düşünmemektedir.” (12)
“İstanbul’da birkaç sene kalıp tetkiklerde bulunduktan sonra intibalarını Paris’te neşreden tarihçi A. Ubicini de o devrin Türkiye’sindeki emniyet ve huzuru şöyle anlatır : “Bu muazzam taht şehrinde dükkancı namaz vakitlerinde dükkanını açık bırakıp gider ve geceleri de evlerin kapıları basit bir mandalla kapatılır. Böyle olduğu halde senede üç dört hırsızlık vak’ası bile olmaz.”
“Halbuki ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ve Beyoğlu’nda hırsızlık ve cinayet vak’aları duyulmayan gün yoktur.” (13)
“Türk ahlakının temel unsurlarından biri de doğruluk ve dürüstlük anlayışıdır. Bu anlayış Türklerin tarih boyunca mümeyyiz vasfı olmuş, hiçbir dönemde doğruluktan ayrılmamışlardır.
Orhan Gazi’nin kardeşi Ali, bilgin ve erdemli bir sadrazamdı. Onun sadrazamlığı sırasında bir köylü olan Ahmet Ağa, Mehmet Ağa’ya tarlasını satmıştı. Mehmet Ağa tarlasını sürerken bir küp altın buldu. Kendi kendine düşündü.
-Allah var, Ben Ahmet Ağa’dan altınların bedelini vererek değil, toprağın bedelini vererek satın aldım. Altınlar benim için haramdır. Altınları götürüp sahibine vermeyi kararlaştırdı.
Ahmet Ağa, altınları kabul etmedi. Durum kadıya ve sadrazama intikal etti. Altınlar devlet hazinesine alındı. Bu durum karşısında Ali Paşa :
-Ben, bu kadar ahlak ve erdemli insanlara vezirlik edemem, onların erdemi, benimkinden üstündür, diyerek sadrazamlıktan ayrılmıştır.
İbret dolu diğer bir olay olay da şudur : Yavuz Sultan Selimin Mısır seferi pek çok masraflara sebep olmuştu. Hele askerin gönlünü hoş etmek için dağıtılan para hazineyi güç duruma sokmuş, hatta tüccardan borç alınmıştı. Tüccar, hükümetten parasını alamadan ölmüş, geride iki çocuğu mirasçı bırakmıştı. Devrin maliye bakanı bu durumdan devletin faydalanması için padişaha bir yazı sundu. Alacaklının öldüğünü, pek çok mal bıraktığını, çocuklarının ise bu paraya ihtiyacının olmadığını bildirdi.
Yavuz Selim bu haksızlığa razı olmamıştı. Kağıdın kenarına şu satırları yazdı : “Ölüye rahmet, malına bereket, çocuklarına afiyet, bu kağıdı yazana da lanet.” (14)
Jon Davenport, Türk tüccarının doğruluk anlayışını şu sözlerle anlatır :
“Türk’ün dükkanı önünde durarak bir şeyin fiyatını sorsanız size 50 veya 100 kuruş der. Şayet buranın adetlerine aşina değilseniz ve pazarlığa başlarsanız, onun size vereceği cevap pazarlığı kabul etmemek ve çubuğunu tüttürmeye başlamaktır. Ne kadar ısrar ederseniz ediniz, Türk bir para indirmez. Hıristiyanlarla Yahudiler bambaşkadır. 100 kuruştan 80’e, 6040 hatta daha aşağı inerler. Bir kaide olarak Ermeni’ye istediği paranın yarısını, Rum’a üçte birini Yahudi’ye dörtte birini veriniz. Fakat Müslümanlarla alış-veriş ettiniz mi istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz.” (15)
Türk dostu Fransız asıllı Pierre Loti, bir Rum kızının kendisine şu satırları yazdığını söyler : “Hıristiyan dünyası dinle ilgili konularda Türkleri örnek almalıdır. Çünkü onlar bizden daha fazla din kurallarına uymaktadırlar. Biz Hıristiyanlara, çalmak, hile ve düzen kurmak dinimizce yasaklanmıştır. Buna rağmen, hırsızlığı da hile ve düzeni de pekala yapıyoruz. Halbuki Türkler asla… Mesela, bir yaşlı Türk size bir kilo elma tarttığı zaman, tartıda aldatmış olmak korkusuyla fazladan bir elma daha verir. Bunu hangi Avrupalı yapar ? Aksine tarttığı şeyi daha da ağırlaştırmak için parmağını o tarafa kaydırır.” (16)
Aşık paşazade Tarihinde nakledilen bir olayla devlet adamlarının halka zulmettiği ve askerine haram yedirmediği şöyle anlatılır :
“Murat Han Gazi’nin (Sultan II. Murat) huyu ve adeti o idi ki; Bursa’da yoksullar için imaret ve ulema için medrese yaptırdı. Edirne’de ve başka şehirlerde de yaptırdı. Her yıl Kudüs, Halillürrahman, Mekke ve Medine yoksullarına 3500 filöri (O zamana ait bir para birimi) gönderirdi. Ankara bölgesinde Balıkhisarı adlı büyük bir subaşılık köyleri Mekke yoksullarına vekfetmişti. Bulunduğu şehirlerde her yıl 1000 filöriyi kendi elliyle Seyyid’lere paylaştırırdı. Cuma sadakasını da ölünceye kadar kesmedi.”
“Acem ülkesinden bir hakim geldi. Fazlullah derlerdi. Sultan Murat Gazi’ye yaklaşarak sonunda vezir oldu. Beytullah’a (Kabe’ye) gönderilen para yine her yıl gönderiliyordu. Padişah dedi ki :
-Fazlullah ! parayı yine Halilürrahman’a, Kudüs’e, Mekke ve Medine’ye gönder ki Molla yeğen (zamanın büyük alimlerinden) hacca niyet etmiş, parayı o alsın. Medine yollarına versin ki, onlar, hacılar oraya varıncaya kadar beklemektedirler.
Hazinede para bulunmadı. Halil Paşa’dan ödünç aldılar. Padişah :
-Halil ! sakın rüşvet parası verme !” dedi Halil Paşa :
-Devletli Sultanım ! Babamdan miras kalan paradır,” dedi.
Fazlullah gördü ki padişahın helal mala ihtiyacı olur, dedi ki :
-Devletli Sultanım ! Padişahlara hazine gerektir. Eğer Sultanım buyurursa hazine toplayayım” Padişah :
-Nasıl toplarsın ? dedi. Fazlullah dedi ki :
-Sultanım ! Bu memleketim halkında çok mal vardır. Padişahlara adettir ki o maldan bir sebeple padişahın hazinesine getireler. “Padişah sordu :
-Bu dediğin mal ne gibi yerlerden hasıl olur ?”
Fazullah dedi ki :
-Bu memleket halkının çoğu zekat vermez. O halde bütün memleketinden bu halkın zekatlarını zorla almak gerektir. Bu sebeple çok mal toplanır.”
Padişah ona şöyle cevap verdi : Bre hey ebleh köftehor !. Bu ne sözdür ki söylersin ? Zekat ve sadaka yoksullarındır. Ben zekat yemeye mi layıkım ki, Müslümanlardan zorla zekat alayım ve yiyeyim ? Benim memleketimde üç helal lokma vardır. Benim elimdedir. Bu üç helal lokma başka ülke padişahlarında yoktur. Birisi gümüş madenleri, biri kafirlerden alınan haraç, biri de gazalardan alınan ganimet maldır. Bu benim tanrı yardımı gören askerim, bu helal lokma ile yaşar. Bunlara bu zorla alınan lokma anca haram olur. Askerime haramı yedirip haram kabul etmem.”
O zaman Fazlullah’ı azletti. Bir cevapla hakaret edip yanından uzaklaştırdı.”
Ecdadımızın doğruluk ve namuskarlıkları hakkında İsveç’in İstanbul sefiri Mouradgea d’Ohsson şunları yazar : “Müslüman Türk meşru yollar dışında hiçbir kazanç temin etmemekle mükelleftir. Haksız kazanılmış bir maldan faydalanmaya kalkışmak Allah’ın nazarında caniyane ve menfur bir hareket sayılır. Osmanlı Türkleri, diğer faziletleri kadar namuskarlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’an’ın en kuvvetli ahkamına dayanan meziyetleri itibarıyla da şayanı takdirdirler. Türklerin medh-ü sena edilecek meziyetlerinden biri de verdikleri söze umumiyetle sadık olmaları, insanları aldatmaktan ve emniyeti su-i-istimal ile insanların sadedilliliğinden istifadeye kalkışmaktan vicdan azabı duymalarıdır. Her türlü gayri meşru kazançları İslamiyet bakımından yasak sayarlar. Doğru yoldan kazanılmamış bir servetin ne bu dünyada, ne öteki dünyada hiç kimseye hayrı olmayacağına kesin olarak inanırlar. (17)
Ecdadımızın ahlakının bu kadar güzel, seciyesinin üstün oluşunun nedeni, manevi değerlerin baş tacı yapılmasından, dini inanç ve bağlılıklarının tam olmasındandı. Dinlerinin emri karşısında Türkler, diğer milletlerin felaketine sebep olan kötülüklerden uzak kalmışlar, ahlaksızlık ve namusluluklarına leke sürecek fenalıklardan nefret etmişlerdir.
Türkler, üstün ahlaklı olmalarını dinlerine borçludurlar, Türk yaşama tarzı, insanın eğitiminden sonra Kur’an’ın emirleri ve Peygamberin tavsiyelerine bağlı idi. Çökme dönemine gelinceye kadar dillerinden “Haram” “Helal” sözleri hiç düşmezdi. İnançlarına göre fert olarak bir insanın kötülük ve kötülerden uzaklaşıp iyi bir insan olması yetmez. Bu yolla ahlaksızlıklardan kurtulmak büyük bir iş değildir. Esas olan ahlaksızlıklardan uzak kalıp iyi ahlak sahibi olduktan sonra kazanılan iyi ahlakı diğer insanlara aktarmaktır. Türkler arasında ahlaklı insan denilince yalnız ahlaklı olan insan değil, güzel ahlakı yayan ve kötülüklerin karşısında olan insan kast edilirdi. İşte bu sebeple Türk ahlakı devamlı ve umumi idi. Türklerin inançları tam, ahlakları sağlam olduğu için saadet devirlerinde herhangi bir
kötülük gönüllerde değil vatan sathında yer bulamıyordu. Alparslan : “Biz temiz
Müslümanlarız; bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allah halis Türkleri aziz kıldı” derken Türklerin azizliğini inançlarının yüceliğine bağlamıştır.
Bir Batılı yazar da : “Umumiyetle Türkleri övme hususunda medeni ve dini kaidelere bağlılıklarını; bu bağlılığın nefislerine hakim olmalarını sağladığını rahatça söyleyebiliriz” der. (18) A. Brayer ahlaklılıklarını ve nedenini şöyle anlatır :
“Müslüman Türkler arasında kibir ve gurur adeta meçhuldür. Zira Kur’an’ın şiddetle men ettiği temayüllerden biri de bunlardır. Bu konuda Kur’an der ki : “Sakın yeryüzünde azametle yürüme. Kibir ve gururlu olandan Allah nefret eder. Hareketlerinde mütevazi ol, yavaş sesle konuş…”
Türkleri yi tanıyan bir yazarda bu konuda şunları yazmıştır :
“Türkler, esasları Kur’an-ı Kerim’de çok bariz şekilde anlatılan dürüstlük, namusluluk, doğruluk, hususunda aynı derecede övülmeye layıktır. Kendi aralarındaki içtimai düzenin bütün münasebetlerinde iyi niyet ve dürüstlüğün onlara hakim olduğu görülür. Mesela Türkiye’de başka yerde olduğu gibi birbirlerine karşı taahhüde giren vatandaşların durumunu tespit etmek, konulan şartları garantiye almak konusunda yazılı taahhütlere lüzum yoktur. Türkleri methetmek için hiç tereddütsüz şunu söyleyebiliriz : Onlar verdikleri sözün kölesidir. Onların birini aldatması, emniyeti suistimal etmesi yahut karşısındakinin saflığından faydalanması asla düşünülemez.”
“İçtimai düzeni ve vatandaşlar arasındaki fazileti muhafaza etmeye yarayan bu inançlar Kur’an-ı Kerim’in şu ayetleri ile ilgilidir : “Kimseyi aldatmayın; ölçüde hata etmeyin, dikkatle tartın, sözlerinizde, yeminlerinizde” gerçekten ayrılmayın. Hatta sonuç kendinize karşı bile olsa… Konuşmalarınızda ve alışverişinizde hileden sakının, başkalarının malını haksız olarak gasp edenler barsaklarını yakacak bir ateşle besliyorlar demektir.” (19)
Türklerin faziletlerini anlatmak için kitaplar yazan Arap Mütefekkiri el Cahiz : “Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hile-i Şer’iyye ile başkalarının malını helal saymazlar…” (20)
Allah korkusu, ahlak anlayışı başta devlet adamları olmak üzere herkesin bağlı olduğu hususlardı.
Selahaddin-i Eyyubi hayatının sonunda oğlu Melik Efdal’i çağırarak şu vasiyeti yapmıştır :
“Oğlum, sana her iyiliğin kaynağı olan Allah korkusu ile doğru yoldan ayrılmamayı vasiyet ederim. Allah’ın buyurduklarını yerine getirmekte kusur etme ki kurtuluş ondadır. Kanı gözyaşı bil, kimsenin kanıyla elini kirletme. Çünkü kan hiçbir zaman uyumaz. Halkının güvenliği ve mutluluğu için daima gözün açık bulunsun. Durumlarını araştırmaya çalış ki, bütün halk Allah’ın emanetidir. Komutanlarına değer ver. Arkadaşlarına iyi davranmaya çalış. Aklından çıkmasın ki, benim bu kadar kuvvete ve yüksekliğe erişmem hep davranışlarımın iyiliğiyledir. Hepimizin bir gün öleceğini düşün de kimse için sürekli kin tutma. Herkesin hakkına riayet et. Çünkü Allah Rahman ve rahimdir. Allah’a karşı işlenen hatalar bir tevbe ile bağışlanabilir, fakat kulların hakları, sahipleri razı edilmedikçe affedilmez.”
Yavuz Sultan Selim’e hayatının son anında Hasan Can :
-Padişahım, Allah ile olunacak zamandır.” Deyince Sultan Selim şu cevabı vererek dünyaya gözlerini kapamıştı :
-Ya bizi bunca zamandır kiminle bilirdin ?”
Kanuni Sultan Süleyman bir sefer dönüşünde, bir köylü atının dizginlerini tutar ve padişaha :
-Sultanım, askerlerine söyle ekinlerimi çiğniyorlar, yoksa seni şikayet ederim, der. Kanuni gülümseyerek sorar :
-Beni kime şikayet edersin ? Köylü ciddi bir tavırla :
-Şeriate, Allah’a der.
Bu cevap karşısında padişahın göz pınarları yaşla dolar ve askerine geri dönmesi için emir verir.
Türk ahlakının sağlamlığını ve üstünlüğünü sağlayan hususlardan biri de kötülüklerin kınanması ve ahlaksızlıkların cezalandırılması idi. Bunun sonucu olarak Türkler, ahlakın güzel örneklerini vermişlerdir.
Milli kültürlerinin ortaya koyduğu, dinlerinin telkin ettiği ahlaki emirler, içinde yaşadıkları toplumda kötülük örnekleri görmemeleri ve Türklerin iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak konusunda hassas olmaları, Türklerin kötülük yapmamaları hususunda birinci derecede amil olmuştur.
Her türlü kötü davranışlara karşı daime toplumun nefreti büyük olmuştur. Böylece en basit kötülükler bile Türk toplum hayatında yer bulamamıştır. Her vesileyle insan şahsiyetini alçaltan davranışlar şiddetle kınanmış, insanın korunması ve toplumun sağlığı göz önünde tutulmuştur. Yalan, zina, içki, kumar, hırsızlık, kötü duygu ve düşünceler insan saadetini gölgeleyen insanlık dışı davranışlar olarak belirlenmiştir.
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde bu konuda şöyle der :
“Şarap içe, fesada karışma uzak dur, zina yapma, fısk ve fücur ile kara yüzlü olma.”
“Bu iki hareketten mübarek saadet kaçar, bunlar insana fakirlik yolunu açar.”
“İçki insanı bin türlü günaha teşvik eder; saadet zinadan kaçar ve zaninin yüzüne tükürür.”
“Kötü arkadaşa yaklaşma, sana zarar getirir; kötülük yılandır, dikkat et seni sokar.”
Güzel ahlak, Türk toplum hayatında önemli yer işgal etmiş ve toplum ruhunun bozulmaması için ihtimam gösterilmiştir.
Türkler’de namus ve şeref her devirde hayattan üstün tutulmuştur. Bugüne kadar namusu, kirletilmiş, tecavüze uğramış bir Avrupalı kadının kendi canına kıydığı görülmemiştir. Halbuki Türkler tarih boyunca namusları için yaşamış ve namusları için ölmüşlerdir.
Milli mücadeleye katılmış bir gaziden dinlemiştim : Yunan işgalinde Sultaniye köyüne baskın yapan Yunan askerleri içip içip Türk kadınları ile alem yapma isteğine hiçbir kadın cevap vermemiş, onların iğrenç arzularına alet olmamıştır. Emine adlı genç bir kadın kendisini sürükleyen iki Yunan askerini av tüfeği ile vurup ekmek bıçağı ile de intihar etmiştir. Yunan komutanı hafifliği ile tanınan bir kadını çağırmış, bunun üzerine kadın bir tencerede sarımsak kaynatıp üzerine döktükten sonra gitmiş ve kovulmasını sağladıktan sonra da Allah’a şükretmiştir.
Türkler Batı insanını sefalete iten davranışlara çöküş döneminin başlangıcı olan Tanzimat’a kadar iltifat etmemişlerdir. Mesela dans konusunda İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Mr. Porter şöyle der :
“Türkler dansı kendileri için insanlık şeref ve haysiyetini lekeleyen, insanın en bayağı ve iptidai taraflarına hitap eden basit bir maharet telakki ederler. Dans etmek için ya deli yahut sarhoş olmak gerektiğine inanırlar.”
Türkler, ahlaksızlık yapmadıkları ve ahlaksız olmadıkları gibi başkalarının yaptığı ahlaksızlara da lakayt kalmazlardı. Çünkü her türlü kötülüğü insan tabiatına yakışmayan bayağı bir hareket sayarlardı. İnsanlık ve ahlak dışı davranışlardan herkes tiksinti duyar, bir kötülük görüldüğü zaman toptan karşı çıkılırdı.
Türk toplumu ahlaksızlıklar, kavgalar, gürültüler ve huzursuzluklarla dolu bir toplum olarak değil, faziletli insanların oluşturduğu bir toplum olarak tanınmıştır. Ahlaksız kimselerin toplumda itibarı ve yeri olmamıştır. Kutadgu Bilig adlı eserinde Yusuf Has Hacib, bu durumu şöyle ifade etmiştir.
“Ahlakı haris, kendisi iğrenç, yaratılışı acul, utanmaz, hiddetli, öfkeli, adi, sarhoş ve gaddar insanlar padişah hizmetine yaramazlar.”
Türk seciye ve ahlakını bozacak davranışlardan şiddetle kaçınan Türkler, kötülere ve kötülüklere karşı sert ve ağır cezalar koymuşlar, bu cezaları adilane bir şekilde uygulamışlardır.
Türklerin ahlaksızlıklara karşı takındıkları tavır ve uyguladıkları cezalar suçların işlenmemesinde önemi büyük olmuştur.
Türklerin diğer toplumlardan farklı olarak uyguladıkları bu cezalar, hem maddi hem de manevi olurdu. Manevi cezalar genellikle kınama, ilgiyi kesme ve tecrit şeklinde olurdu. Maddi cezalar ise işlenen suçun çeşidine göre dayak, hapis, para cezası, mallarının müsaderesi, meslekten men ve ölüm cezası gibi cezalardı.
Türk tarihinde işlenen bazı suçlara karşı verilen cezalar şu şekilde olurdu : Hırsızlık yapmanın cezası ağırdı. Eğer hırsızlık büyük olursa cezası da ölüm olurdu. “Haydutluk edenlerin başları kesilir, hırsız çocukların kesilen başları babalarının boynuna takılır, baba kafayı ömrünün sonuna kadar boynunda taşırdı.” (21)
“Hunların çok sıkı kanunları vardı. Kan gütmek adeti yoktu. Biri herhangi birisini öldürür ise katil de idam olunurdu. Küçük cezalar kırbaçla dövülerek yerine getirilirdi. Büyük hırsızlık vesair işlerde idam cezası tatbik olunurdu. Hırsızın ailesi aynı derecede mes’ul idi. Hapis cezası ancak on gün kadar sürerdi. Bütün Hun ülkesinde mahpuslara pek az tesadüf olunmakta idi.” (22) Bu ağır cezalar devam ettiği sürece Türk ülkesinde suçlar da pek nadir olarak görülmüştür. Ne zaman ki cezalar hafiflemiş ve suçları cezalandırma mevkiinde olan kimseler tarafından suçlar işlenmeye başlamış işte o zaman suçlar ve suçlular artmıştır. Mesela Rüstem Paşa, Osmanlı tarihinde ilk rüşvet alan veziri azamdır. Tarihler onun “Vaz-ı irtişa” “Mucid-i Bünyan-ı rüşvet” olduğunu yazmaktadır. Bundandır ki, Rüstem Paşa çok büyük servet sahibi olmuştur.
Rüstem Paşa hakkında şu değerlendirme gayet yerindedir : “Kanuni’nin temsil ettiği azamet devrinde kadın nüfuzuyla rüşvet mikrobunun devlet bünyesine girmesi, Rüstem Paşa’nın vezareti ile olmuştur. Damat Rüstem Paşa işte bu ili fenalığın ilk mümessilidir.” (23)
Zina suçuna gelince : Zina etmenin cezası da ölümdü. Zina yapan erkek evli ise kendi kılıcı ile öldürülür, ikisi de bekar olup evlenirlerse cezadan kurtulurlardı. Eğer evlenmezlerse o zaman ikisi de öldürülürlerdi.
Milli varlığı, insani meziyetleri öldüren ve körelten zina, Türk tarihinin başından itibaren tepki ile karşılanmıştır. Çünkü namus Türklerde en çok önem verilen değerlerin başında geliyordu. Zina edenler yabancı olsalar bile ağır bir şekilde cezalandırılırlardı. Türk sınırları dahilinde zina yapan Çinli Prenses Göktürk kağanı tarafından halkın gözleri önünde kılıçla öldürülmüştür. Çünkü Göktürk töresinde ırza tecavüzün cezası idamdır.
Oğuz destanında zina yapanların gözlerine mil çekildiğinden bahsedilir. “Türkler arasında zina en büyük cürüm sayılır ve zina eden her iki suçlu da ölüm cezasına çarptırılırdı.” (24) “Uygurlarda zina yapan kimseye üç yüz değnek cezası ile birlikte maddi ceza da verilirdi. Eğer kadın dul ise, üç yüz değnekten sonra erkek onu nikahlamaya mecburdu.” (25)
Göktürklerde “Fuhuş meçhuldür. Evli bir kadına tecavüzün cezası idamdır. Genç kıza tecavüz ise, genç kız evlenmeyi kabul etmediği takdirde ceza aynıdır. Hırsızlık yapan çaldığının on mislini öder, ödeyemezse hürriyetini kaybederdi.” (26) Türk töresinde bu tür cezaların sonucu olmalı ki “Vamvery’ye göre eski Türkçe’ de alüfte, piç (veledi zina) sözlerine rastlanmazdı” (27)
Görülüyor ki, Türk tarihinde suçlar cezasız kalmamış, herkes kötülüklerden mes’ul tutulmuştur. Türk ahlakının yüceliğini sağlayan disiplin ağır cezalarla sağlanmış ve bu disiplin sayesinde Türkler varlıklarını sürdürüp ayakta kalabilmişlerdir.
Meslek ve ticaret hayatına gelince, Türk ticaret hayatında ahlaksızlıklar hemen hemen yok gibiydi. Eksik tartıp pahalıya satanlar falakaya yatırılırdı. Hırsızın çaldığı malın boynuna takılıp sokaklarda gezdirildiği gibi hile yapanlarında boyunlarına tahta gülle takılıp teşhir edilirdi.
Esnaf ve zanaatkarlar arasında cahil kimse yoktu. Kötü niyetli insan azdı. İhtiraslarla ruhlar kirletilmiyordu. Esnaf teşkilatı sayesinde bütün faaliyetler tanzim edilir, devlet kuvvetlerinin müdahalesi olmadan esnaf kendi kendini idare edip denetliyordu. Böylece en küçük bir mesleki suistimal, yolsuzluk ve ahlaka aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu. Din ve ahlak kurallarına aykırı davrananlar ağır cezalarla cezalandırılıyordu. Yolsuzluk, hile, hilekar gibi davranışlar karşısında esnafa ve zanaatkara suçunun durumuna göre şu cezalar veriliyordu :
- Geçici bir süre, işinden men etmek
- Sanatından uzaklaştırma.
- Dayak cezası
- Para cezası
- Yolsuz cezası (Medeni münasebetleri kesme)
- İkaz ve nasihat
- Malların müsaderesi (28)
Türk ticaret ahlakını bozmak için gayri Müslimlerin bilhassa Yahudi asıllı kişilerin büyük gayretleri olmuştur. Bunların gayeleri Müslüman esnafı iflas ettirmek ve Türk ahlakını bozmak idi. Bu konuyla ilgili iki misal vermekle yetineceğiz.
Hristo isimli gayri Müslim bir bakkal sattığı malları şeriat yoluyla gösterilen fiyat haddi üzerinden vermeyip emre aykırı şekilde yüksek fiyatla satıyor ve eksik tartıyordu. Bütün ikazlara rağmen durumunu düzeltmemişti. En son okka başına fiyat haddi 16 para olan zeytin yağını 18 paraya sattığı tesbit edildi. Ceza olarak Hristo dükkanının önünde asılmış ve diğer gayri Müslimlere ibret olsun diye cesedi birkaç gün bekletilmiştir. (29)
17. asırda Yahudi Yafes oğlu Salamon, eline geçirdiği bir hüccet sayesinde gümüş işletmeciliği sanatına başladı. Sanatında hile yaptığı için Müslüman esnaf Salamon’u aralarından kovup dükkanını kapattı. Salamon sarayla temastan sonra Bursa kadısından aldığı izinle dükkanını yeniden açtı. Yine som altın ve halis gümüş işletmeciliğine hile karıştırarak rekabete başladı.
Bu durum karşısında Müslüman esnaf mahkemeye baş vurup Salamon’un hilelerini ispat ederek Salamon’un dükkanının kapatılmasını ve kendisinin de sanatından men edilmesini sağladı. (30)
İşlenen suçlara karşı gösterilen tepkilerle Türk ahlakı çöküş döneminin başlangıcı olan Tanzimat’a kadar yozlaştırılmadan korundu. Ancak Türk’ün üstünlüğünü ve manevi gücünü kırmak, ahlakını dejenere etmek ve yıkmak için çalışan gayri Müslimlerin gayreti, suçlulara verilen cezaların hafifletilmesiyle suçlar arttı. Bu halin devamı ile de huzurlu, haşmetli dönemler geride bırakılarak çöküş dönemine girildi.
BUHRANLARIMIZIN KAYNAĞI BATI :
Türkler ahlakları zayıf, idealleri sakat olduğu için bugünkü duruma düşmüş değillerdir.
Türklerin çöküşünü hazırlayan ve zorlayan sebep, Türklerin kendi ahlaklarını bırakarak çöken
Batı’nın kokuşmuş ahlakına yönelmeleridir. Türklerdeki çöküş emareleri iki asır önce çöken Batı’ya yönelmekle başlamıştır. İslam inancının Türk ahlak ve töresine bağlılığın zayıflamasıyla eski dinamizm ve huzur da zayıflamıştır. Tanzimat’la beraber çöken Batı’nın kokuşmuş ahlak ve düşüncesine yönelen azınlığın Müslüman Türk ile Hıristiyan Batı’yı kaynaştırma arzuları, Batı’nın gayri insani sistemlerinden doğan huzursuzlukları, uzlaşmayan bir tehlike olarak bünyemize sokmuş ve Müslüman Türk’ün ahlak yapısını bozmuştur.
Halbuki Türk ahlak ve seciyesi hiçbir zaman Batı’nın ahlakı ile uyuşamaz ve uzlaşamazdı. Çünkü Türk ahlakı Batı ahlakından insani yönden mukayese edilemeyecek kadar üstündü. Batı’nın ahlakı ise baştan buhranlı doğmuştu. Batı en buhranlı anlarını yaşarken Türkler güven dolu, huzurlu bir hayat yaşıyorlar ve inanç, samimiyet, mes’uliyet, fedakarlık duygularıyla insanlığın zirvesine ulaşmışlardı.
Batılıların kendi diliyle ifade ettiği gibi : “Türkler hiçbir zaman, Avrupa sosyetelerinde ve ailelerinde görülen laubaliliğe ve ahlaksızlığa düşmemişlerdir.” (31)
“Türklerin dinlerine bugünkünden daha sıkı bağlı oldukları devirlerde Osmanlı İmparatorluğuna gelmiş ve dolaşmış bulunan Avrupalı seyyahlar, yazıp bıraktıkları seyahatnamelerde, kendi vatandaşlarına umumiyetle şöyle tavsiyelerde bulunmuşlardır :
“Türkiyeye giderseniz sakın Hıristiyan esnaftan alış-veriş etmeyin ve Hıristiyanların işlettikleri hanlarda kalmayın. Çünkü ırzınız, namusunuz, malınız tehlikeye düşer. Müslüman esnaf sizi mister, mösyö, sinyor diye kolunuzdan, eteğinizden çekmez. Dükkanında oturur, gittiğiniz takdirde size misafir muamelesi eder. Kahve ikram eder, pazarlık etmez, aldatmaz da “ demektedirler. İşte Elizabeth Graven, İşte Madame Montegu, İşte Busbesq.
O Busbesq ki, muhteşem Süleyman devrinde Avusturya elçisi olarak memleketimize gelmiş ve Türklerden pek çok zamandır dayak yemekte olan bir milletin çocuğu bulunduğu için bizi hiç sevmemiştir; ve bunu da kitabında şöyle açıkca söyler. Fakat gene de zaman zaman : “Maalesef Müslümanlar bizden çok ahlaklı, çok merhametli, çok sabırlı ve bilhassa çok teşkilatçı… Onları bu cinsten vasıflara sahip gördükçe öfkemden çıldırıyorum. Başımıza daha neler gelecek onu düşünüyorum” demekteydi. (32)
Batı dünyası ahlaksızlıklar üzerine kurulmuştur. Geleceği bakımından da çöküşü kesindir.
Türkler ahlaki ve insani değerlere sahipken Batı, insan yaşayışına uygun düşmeyen ahlaksızlıklar içinde yüzmüştür.
Mesela tarihte Romalılarda, Yunanlılarda ve Roma-Yunan düşüncesine sahip bütün Batı ülkelerinde kötü insanlar saygı görmüş, namuslu insanlar hürmet ve itibardan mahrum kalmıştır. Zina, hırsızlık suç sayılmamış, fuhuş ve hırsızlık tanrıları icat edilerek halk zorla ahlaksızlığa sevk edilmiştir.
Dinleri insan yapısına uygun prensipler ortaya koymadığı için utanç verici vahşet tabloları çizilmiştir. Papazların evlenmesi yasaklanmış, fakat papazların yapmadıkları rezalet kalmamıştır. Manastırlar, kiliseler fuhuş yuvası olmuştur. Papazlar kan dökmenin günah olduğunu ilan edip bakirelik hakkının kendilerine ait kılmışlardır. Defalarca kilisede erkekle erkeğin nikahını dünya evine sokmuşlardır.
Heliogabal hayatı boyunca kadın elbisesi giymiş ve kadın olabilmek için zamanın doktorlarına servet vaad etmiştir. İktisaden zamanın en kuvvetli imparatorluğu olan Roma, ahlak buhranından yıkılmıştır.
Niğbolu meydan muharebesinde mağlup olan haçlı ordularının arasında bir sürü fahişe görülmüştür.
Evlilik esaret kabul edildiği için kadınlar evlenmeden istediği erkekle serbestçe ilgi kurabilirdi. Buna hiçbir yasak yoktu. Evlenmeden bir kız başkası ile yatar, kısır olmadığını isbat için çocuk sahibi olabilirdi. Bir erkek karısını başkalarına sunabilir ve ondan çocuk sahibi olmasını isteyebilirdi. Veya karısını satabilir, kiraya verebilirdi. Kadınların birden fazla kocası olduğu çokça görülürdü. Kendini korumayan kadını kimse koruyamazdı. Bazı erkekler evlerinden ayrılırken karılarına “iffet kemeri” denilen kilitli bir demir çember takar ve anahtarını yanına almak zorunda kalırdı.
Hırsızlık yasak değildi; hırsızlık tanrıları vardı. Ana-babalar evlatlarının iyi hırsız olabilmeleri için hırsızlık tanrılarına yalvarırdı. Hırsızlık geçim kaynağı olduğundan, hırsızlık yapmayan delikanlıya kolay kolay kız verilmezdi. Bir erkeğin geçimini çalışarak meşru yoldan sağlaması güçsüzlüğünün ve korkaklığının ifadesi sayıldığından ayıptı. Yunan mitolojilerinde bir çok hırsızlık hikayeleri anlatılmış ve hırsızlık övülmüştür.
Batı’da doğruluğun ve namuskarlığın yeri yoktur. Kimse namustan, şereften söz edemez. Batı tarihi namuskarlığın iflasıyla doludur. Din adamları papazlar bile Hıristiyan hükümdarlarına : “Kafirlere verilen sözün asla muteber olmadığını İncil namına beyan edip Müslümanlarla yapılan bütün anlaşmaları bozmuşlardır.
“1444 Temmuzunun 12. günü Szegedin’de Macar Kralı ile Osmanlı Padişahı arasında sulh akdolunmuştu. Muahede iki taraftan yeminle teyit olunmuş Vladislas İncil üzerine, Sultan Murat da Kur’an üzerine yemin etmişlerdi. On yıl müddetle akdolunan muahedenin tarihi üzerinden henüz on gün geçmişti ki Papanın elçisi Kardinal Julien Cesarini kralla meclisin azasına, mukaddes teslis Celil-üs-şan Meryem-i Betül aziz (saint) Etienne ve Ladislas namlarına olarak yeniden ettirdiği yeminle muahedeyi iptal etmişti. Kardinal Julien sözü tutmakta mecburiyet olmadığını iddia etti.” (33)
Bugün her vesileyle insan sevgisini dillerinden düşürmeyen sözde hümanist Batı, insan eti yiyecek kadar yamyamdır. Eflak Voyvodasının eline esir düşen Müslüman Türkler şişe geçirilip kızartılarak yenmişlerdir. Haçlı ordularına katılan askerler Türk kanı içmiş ve çocukları suda haşlayarak yemişlerdir. Son senelerdeki bazı uçak kazalarında sağ kalanlar evvela ölüleri daha sonra da birbirini yemişlerdir. Daha sonra bunu gururla anlatırken bunun sadece bir organ nakli olduğunu belirtmişlerdir. Geçen sene “5’i rahip 6 kişi öldürdükleri adamın etini yemişlerdir.” (34)
Batı’nın dünü ile bu günü aynıdır hatta geçmişin büyüyen bunalımları içinde kıvranmaktadır. Her yönü ile hataları yüzünden yıkılan milletleri unutturacak feci bir manzara arz etmektedir. Fuhuş almış yürümüş, evlilik dışı ilişkiler rekor seviyeye ulaşmıştır. Bugün ortalama Batı ülkelerinde %50’nin üstünde genç kız bakire değildir. Evli olmayan anneler büyük saygı görür. Küçük yaşta ve orta dereceli okullarda uygulanmakta olan seks eğitimi gençleri küçük yaşlardan itibaren fahişeliğe itmektedir. Hatta öz kardeşiyle ilişki kuran, öz babalarından hamile kalan genç kızların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. İngiltere’de 1977 Aralık ayında evlilik dışı yaşayanlara normal bir aileye tanınan bazı haklar tanınarak ahlaksızlık temyiz mahkemesince meşrulaştırılmıştır. (35)
“Prof. Melvin Zelnik ve Prof. John Kanter tarafından John Hopkins Üniversitesince yapılan bir inceleme, Amerikalı genç kızlar arasında evlilik öncesi cinsel faaliyetlerin son beş yılda %30 oranında arttığını ortaya çıkarmıştır. (36)
İngiltere’de genç kızlar okula gitmemek için hamile kalmaktadırlar. Bu ülkede henüz reşit olmayan annelerin üçte ikisi gayri meşru çocuklar dünyaya getirmektedirler. İngiltere’de bırakın Londra’yı taşrada bile 16 yaşından küçük genç kızların arasında bakire olanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Son olarak İngiliz Parlamentosunda iki üyenin sevici olduğu İngiliz gazetelerinin manşetlerine geçmiştir. Üstelik bu iki sevici parlamenter bunu övünerek açıklamışlardır. İşçi Partisi üyesi bu iki hanım millet vekili bir bayan arkadaşıyla yaşayabilmek için geçen sene kocalarından boşandıklarını ifade ettikten sonra sevici olduklarını ve bununla da gurur duyduklarını söylemişlerdir. (37)
20 milyonun üstünde homoseksüelin bulunduğu Amerika da 1971 Haziran ayında 10.000 homoseksüel New-York’un en kalabalık caddelerinde hürriyet ve hak isteğiyle yürümüşlerdir.
Londra’da bir parkta başka bir adamla uygunsuz vaziyette yakalanan ve seks hayatını anlatan bir “Best-Seller” yayınladıktan sonra kiliseden uzaklaştırılan homoseksüel keşiş, Hıristiyanlık ile homoseksüelliğin birbiriyle bağdaştığını iddia etmiştir. Keşiş Antonio Reig; en önemli görevi umut vermek olan kilisenin homoseksüellere yardım etmediğini belirterek bu yüzden bir kitap kaleme aldığını belirtmiştir.(38)
İşte kurtuluşu uyuşturucu madde alışkanlığında, sekste, şeytana tapmakta, ölümde arayan çöken Batı’nın dramı… Bize kurtarıcı olarak gösterilen Batı…
NETİCE :
Milletler, hayatlarını anlamlı kılan milli ve manevi değerlerinin üstünlükleriyle benliklerini korur varlıklarını devam ettirirler. Değerleri kaybolan milletlerin yaşama garantisi yoktur. İşte Roma, Yunan, Bizans ve aynı yolun yolcusu Batı.
Eğer Türk Milleti olarak varlığımızı sürdürmek istiyorsak kendimizi, yıkılan Roma ve Yunan medeniyetinin enkazı olan Batı’ya teslim etmekten vazgeçmeliyiz. “Batı” kelimesini büyülü bir kelime olmaktan çıkarmalı ve Batının kesin çöküşünü görmeliyiz. Bilmeliyiz ki Batıda doğup gelişen her türlü akım bizim için zararlıdır.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Batı çeşitli sapıklıklar ve ruhi dengesizlikler içerisinde kıvranmaktadır. Batı’ya kurtarıcı olarak sarıldığımız günden itibaren milletimiz Batı’nın kıskacına düşerken aynı zamanda ızdırabın içine sürüklenmiştir.
İnsanlığın yanlış değerlendirildiği Batı düşüncesi içinde ahlak ve insanlık kaybolmuştur. Medeni ülkeler olarak örnek verilip, sürekli propagandası yapılan Batı ülkeleri, insanlık ve ahlak açısından tam bir safahat ve çıkmazın içindedir. İntihar vak’aları, cinsi sapıklıklar, homoseksüellik, insanı köleleştiren seks ve uyuşturucu madde alışkanlığı, şeytana tapma gibi sapıklıklar son hadde ulaşmış, Batı’yı tehdit eder duruma gelmiştir. Bir çok ilim adamı Batı’nın çöküşünü haber verirken Batı insanı, iğrenç yaşayıştan, sonu gelmeyen çılgınlıklardan, kendilerini tatmin etmeyen Batı düşüncesinden bıkmış, huzur ve kurtuluş aramaktadır.
İki asırdan bu yana milletçe büyük bir tahriple karşı karşıyayız. Eğer dışarıdan kaynaklanan bu tahrip karşısında kendimize gelip, milletimizin özünden koparılmasına müsaade etmezsek pek yakında aydınımız başta olmak üzere kendi insanımızla beraber arayış içinde olan Batı insanı da kurtulmuş olacaktır. İnsani ve medeni olmayan Batı düşüncesinin yerini, huzur kaynağı olan Türk-İslam kültür ve medeniyeti alacaktır.
- İsmail Hami Danişmen, Garp Menbalarına göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı S.7
- Danişmend, Age.S.9
- Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi S.224
- Gürkan, Age. S.225
- Fernand Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü,S.122-123 (1000 Temel Eser)
- Danişmend,Age,S
- Age,S.86
- Aeg.S.14
- Aeg.S61
- Aeg.S.75
- Gürkan,Age.S.174-175
- Samiha Ayverdi, Misyonerlik karşısında Türkiye,S.74-75
- Ayverdi,Age.S.75
- Dr. Selahaddin Tansel, 100 Tarih 100 Fıkra
- Jon Davenport, Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim, Tercüme : Ömer Rıza Doğrul,S225
- Pieerre Loti, Can Çekişen Türkiye,S.71 (1001 Temel Eser)
- Danişmend, Age.S.18-19
- D’ohsson, 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, S.263 (1001 T.E.)
- D’ohsson, Age, S.189-190
- El-Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri,S.77, Çev Ramazan Şeşen.
- Bahaeddin Öğel, İslamdan Önce Türk Kültür Tarihi,S.209
- H .N.Orkun, türk Tarihi,C.1,S.67
- İ H.Danişmend, Kronoloji, II.S.249
- Prof Osman Turhan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,C.1,C.131
- Turan, Age,C.1,S.132
- Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi:C.1,S.166
- Prof. Dr. Lazslo Rosanyı, Tarihte Türklük,S.58
- Abdullah Yaman, İlim Kültür ve Sanatta GERÇEK Mec.Nisan 1974, Sayı:6,S.39-40
- Tarih-i Sami, Vukuat-ı Zaptiye,S.208
- Dr. Osman Şevki Uludağ,Belleten,C.1,S.758’den özet olarak
- D’Ohsson,Age.S.213
- Ayverdi, Age.S.52
- Prof. Dr. Ahmet Reşit Turnagil, İslamiyet ve Milletler Hukuku,S.105
- Bayrak Gazetesi, 9 Eylül 1977
- B.Anadolu Gazetesi, 2.12.1977
- Bayrak Gazetesi, 11.4.1977
- Bayrak Gazetesi, 7.5.1978
- Bayrak Gazetesi, 22.1.1978