Tıp İlmi

            Tarih boyunca Türklerde ve İslamiyette insana büyük değer verilmiştir. Türkler’de  ve

İslam’da hiçbir zaman insan horlanmamış ve insana asla aşağı bir varlık gözü ile bakılmamıştır.

            İslamiyet, insan sağlığının ve sıhhatinin korunmasını esas almış, insanın sağlığını ve sıhhatini korumasını, insana başta gelen görev olarak yüklemiştir. Böylece, hayati bir ilim olan tıp ilmi, Müslümanlar arasında gelişmiş ve Müslümanların uğurlu elleri ile insanlığa miras bırakılmıştır.

1. Yakın zamana kadar Batı :

19. asrn başlarına kadar Batı’da akıl ve Ruh hastaları, şeytanla işbirliği yapmış, lanetlenmiş, insanlık dışı yaratıklar olarak kabul edilmiştir. Hastaların taşa tutulup öldürülme, ölünceye kadar zincire vurulma veya diri diri yakılmak suretiyle vücutlarına giren şeytanın çıkarılma yoluna gidilmiştir.

            Diğer hastalıklara tutulanlar da, lanetlenmiş kişiler olarak kabul ediliyor ve işkencelerle karşılık görüyordu. Hastalıklar, bazı sihirli kuvvetlere bağlanıyor, hastalıklar, kötü ruhların ve yıldızların eseri olarak açıklanıyordu.

            Kilisenin inancına göre insanı tanrı yaratmıştı, ona insan dokunamazdı. Bunun için insan vücuduna dokunmak yasaklanmıştı. Bilgi vasıtalarına başvurmak, hastalıklar için tedbir almak, ilaç kullanmak tanrıya isyan etmek olarak ilan edilmişti. İlim adamları insan yapısı ve hastalıklar konusunda yazmaktan ve araştırmaktan men edilmiş, bu yasağa uymayanlar ağır cezalarla cezalandırılmıştır.

            Gizli gizli hastalıkları tedavi etmeye çalışanların ücretlerini hastanın varisleri ödemek zorunda kalıyordu. Çünkü konulan yasaklar, tıbbın gelişmesini önlemiş, hastalıkların yayılmasına yol açmış olduğundan, en basit hastalıklar bile korku ve dehşet saçmaktaydı.             “Kont Dedo öyle yağ bağlamıştı ki, bunun müthiş sıkıntısını çekiyordu. Doktoru ona karnını yarıp fazla yağları çıkarma tavsiyesinde bulundu. Bu ameliyat tabii Kont’un ölümüne sebep oldu. 1190” (1)

            “Galvin, Cenevre’de Aragon’lu Michel Servetur adındaki ilahiyatçı bir hekimi hafif ateş üzerinde pişire pişire yaktırmıştı. Harvey’den önce ciğerlerde kan dolaşımını keşfeden bu zavallı hekimin tek günahı Hıristiyanlık akidelerinde Galvin’in düşündüğü gibi düşünmekten ibaretti.” (2)

            “Tarihte ençok kan döken kurumlarından olan Katolik kilisesi, “kilise kan dökmekten nefret eder” düsturuna uyarak ölülerin teşhirini önleyen gülümç bir sebep daha ortaya attı. Hatta yukarıda zikrettiğimiz 1281 yılı ruhani meclisi, yine bu sebeple keşişlere cerrahi ameliyat yapmayı yasaklamıştı.” (3)

            1416 yılında doktor olma arzusu ile Viyana Üniversitesine gelen bir cerrah, arzusunun yüzsüz bir hareket sayılması sebebiyle geri çevrilmişti.

“13. yüzyıl başlarında papa III. Honorius, hekimliği hakir gördüğü için rahipler sınıfının doktorluk yapmasını yasak etmişti.”

            “Würzburg’fa 1298 yılında toplanan ruhaniler meclisi, din adamlarına sadece cerrahlık yapmak değil, cerrahi ameliyatlarda hazır bulunmayı da yasak etmişti. Bu yüzden cerrahlık uzun zaman ayıp sayıldı.”

            “Bugünde bazı doktorların kullandıkları bir usül hakkında, 1300 yıllarında Montpellier’ de tıp hocalığı yapan Arnoldus Villanovanus’un şu sözlerine rastlıyoruz : “İdrarda bir şey bulamadığınız takdirde karaciğer obstruction’u olduğunu söylersiniz. Hasta tutarda baş ağrılarından şikayet ederse, karaciğer bozuk da ondan dersiniz. Amma

“obstruction” kelimesini kullanmayı sakın ihmal etmeyiniz. Çünkü hastalar bunun ne demek olduğunu anlamazlar. Manasını hastaların bilmedikleri kelimeleri kullanmanız mühimdir.” (4) 

1. İslam Aleminin Durumu :

18. yüzyıl Avrupa’sında hastalar tedavi değil, işkence, merhamet değil lanet görürken, hastaların bedenine mikrop değil, şeytan veya kötü ruhların girdiği kabul edilip, hastalıkların yıldızların eseri olduğu zannedilirken, hastalıklar karşısında acz gösterilip kendiliğinden geçmesi beklenirken 7. yüzyılda insanlığa kurtarıcı olarak gönderilen İslam Peygamberi, hastalıkların nedenini ve tedavi şekillerini açıklamış, bununla da yetinmeyerek şu sağlık kurallarını ortaya koymuştur :

“Ey Allah’ın kulları tedavi olunuz. Allah hiçbir dert vermemiştir ki, devasını da vermemiş olsun.”

“İhtiyarlık müstesna Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, ilâcını da yaratmamış olsun.”

“Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman o yere girmeyiniz ve bulunduğunuz yerde veba zuhur ederse o yerden çıkmayınız.”

“Tozlardan topraklardan kaçınınız onlardan hastalık illeti ârız olur”

“Sağlam deveyi hasta olan devenin yanına sokmayınız”

“Beden ilmi, din ilminden üstündür”

“Dünyada iki nimet vardır, sıhhat ve huzur, halbuki insanların çoğu bunlara dikkat etmez.”

“Sünnet olunuz, çocuklarınızı sünnet ettiriniz”

“Fahişelere, delilere çocuklarınızı emzirtmeyiniz.”

“Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız”

“Perhiz bütün devanın başıdır”

“Suyu deve gibi bir nefeste içmeyiniz.”

“Yemeklerinizi çok sıcak yemeyiniz, yemeğe üflemeyiniz.”

Bunlar gibi daha birçok sözle sağlıklı kalmanın yollarını öğütlemiş, hastalıklardan korunma yollarını göstermiş ve her derdin devası olduğunu, eli-kolu bağlı yatmayıp devanın aranmasını emretmiştir.

Peygamberimizin kendisi de ateşli hastalıklarda derin kuyular kazdırmış soğuk su tulumları kullanmış, zehirlenmelerde mideyi boşaltmak için kusturmuş, veremlilerin dağlara çıkıp süt içmelerini söylemiş, sıtma hastalığının önüne geçebilmek için bataklıkları hurma fidanı diktirerek kurutma yoluna gitmiş, her evde lağım çukurları kazılmasını emretmiştir. Ayrıca kan alma ve dağlama usüllerini uygulamış ve hasta hayvanları bile tedaviye çalışıp, uyuz develere katran sürdürmüştür. Kendisine hastayım diye gelenleri çeşitli otlardan ilaç elde eden ve hastalara uygulayan, Haris bin Kelede’ye göndermiştir.

Hepsinden önemlisi; abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, gusletmek gibi emirler, içki, zina gibi yasaklarla gelmiştir.

İslam Peygamberinin getirdiği prensipler dahilinde hareket eden ve O’na bağlı olarak yaşayan Müslümanlar ilk hastaneleri, eczaneleri, dispanserleri kurdular. Hastalıkları ve ilaçları keşfettiler.

“Tarihte ilk dispanserleri, ilk eczaneleri açanlar Müslümanlardır. İlk eczacılık okulunun kurucuları ve eczacılık hakkındaki eserlerin yazarları da yine Müslümanlar olmuştur. Müslüman hekimleri, banyonun şiddetle taraftarıydılar. Bilhassa nöbetlerde ve buhar banyosu şeklinde bu usule başvuruyorlardı. Çiçek ve kızamık hastalıklarına karşı İslam hekimlerinin geliştirdikleri tedavi şekline bugün bile eklenecek fazla bir şey yoktur.” (5)

Müslümanlar eczaneleri, dispanserleri kurduktan sonra ameliyatlar yapmışlar, tıp ilmine ölmez eserler ve isimler bırakmışlardır.

Horasan’ın Rey şehrinde doğan büyük Türk bilgini Ebu Bekir Razi (850-932) çiçek ve kızamık aşıları üzerinde çalışmalar yaptı, kaytan aşısını buldu. Kalp sektelerinde kan alma yoluna gitti, ateşli hastalıklarda soğuksu kullandı ve idrar yollarındaki taşları ameliyatla aldı veya ilaçlarla parçalama yoluna gitti. “Çiçek ve kızamık hastalıklarını ilk tetkik eden odur. Razi’nin bu keşifleri tıp aleminin şaheserleri sayılır. Bu keşifler, 19. asra kadar tesirlerini yaşattı. Razi bütün Avrupa Üniversitelerinde İbn-i Sina ile müvazi olarak okutulurdu.” (6)

“Hiç şüphesiz ki Razi, ortaçağda Batı ve Doğunun büyük bir Klinik hocasıydı. Kendisinin en önemli eseri, Kimyayı tıpta uygulaması ve tıpta Galenos’un başladığı gözlem esasını bir kat daha kuvvetlendirmiş olmasıdır. Özellikle çiçek ve kızamık hastalıkları hakkındaki incelemeleri, Doğu tıp eserleri arasında zamanı için bir şaheserdir. En büyük eseri Elhavi adıyla yazdığı ve Latinceye Continens diye tercüme olunan büyük tıp ansiklopedisidir.” (7)

Tıp denince akla gelen en büyük isim İbn-i Sina’dır İbni Sina (980-1037) Batı’da Avicenna adı ile tanınır ve doktorların sultanı olarak bilinir. “İbni Sina, 16 yaşına vardığı zaman tıp ilmini tamamıyla öğrenmiş bulunuyordu. Bir çok yaşlı tabipler onun yanına geliyor ve onunla birlikte çalışıyorlardı. İbni Sina hastaları da ziyarete başlayarak klinik işlerinde de ihtisas sahibi oldu. 18 yaşına vardığı zaman büyük ve meşhur eseri olan Kanun’u yazdı. Sonra felsefenin dört doktrinine göre Şifa adlı eserini yazdı” (8)

Batının “Avicenna” adını takarak Latinleştirmek istediği İbni Sina’nın Kanun ve Şifa adlı eserleri 12. yüzyıldan 18. asrın ortalarına kadar Batıda temel ders kitabı olarak okutulmuştur. Bir batılı yazar Kanun kitabı için : “Hiçbir tıbbi eser bu kadar okunmamıştır” diyerek eserin mükemmelliğini ifade etmiştir.”

“İbni Sina’nın tıpta hem doğuda hem batıda çok önem kazanmış ve yıllarca ders kitabı yerini tutmuş olan Kanun’u 12. asırda Latinceye çevrilince, o zamana kadar batıda yazılan eserler ve söylenen sözlerin hepsi itibardan düşmüş, aralıksız altı asrı aşkın bir zaman Batı’da esas ders kitabı olarak okunmuştur. Razi’nin ve İbni Sina’nın resimleri Paris Tıp Fakültesinin holünde asılmış Batı üniversitelerine hakim olan eserleri defalarca tercüme ve tab edilerek tedrisatta esas ittihaz edilmiştir.

İbni Sina, eserlerinde 800 ilacın adından, nasıl yapıldığından ve hangi hastalıklarda kullanıldığından bahseder. 16 yaşında. Tıp diplomasını alan İbni Sina, 17 yaşında emir Nuh bin Mansuru tedavi etmiştir. Ruh hastalıkları üzerinde durmuş, delilere şefkat ve merhametle muamele edilmesini tavsiye etmiştir.

İlk şeker hastalıkları üzerinde duran, hastaların idrarındaki şekeri keşfeden ve idrardaki şeker tahlilini yapan, ameliyatlardan önce şuruba afyon karıştırarak hastaya içiren, ceninin ana rahminden iç adalelerin tazyiki ile çıktığını ilk ifade eden, kanın gıdaya taşıdığını ve kanın fonksiyonunu ilk keşfeden İbni Sina’dır.

“Aristo, kanın kalpten çıktığını gördü, fakat kanın kalbe döndüğünü göremedi. İbni Sina küçük ve büyük deveranları vezihen sezip meydana çıkardı. Aristo ve Galien, kanı ruhun makarı telakki ettiler. İbni Sina ise, doğru olarak kanın gıdaya taşıyan bir mayi olduğunu keşfetti.” (10)

Bundan başka İbni sina, cerahatsız yara tedavi usulünü ortaya koydu. İçme suları üzerinde durdu. İyi su olmayınca kaynatma ile tasfiye etme yoluna gitti. Civa ile tedavi usulünü o buldu. Ağrıları hafifletmek için şuruba afyon, ban otu, Hindistan cevizi karıştırarak ameliyatlar yaptı.

Avrupa 14. asırda hastane mefhumunu idrak edebilmişken, İslam aleminde 10. asırda yalnız Kurtuba’da elli hastane mevcuttu. “Avrupa’da akıl hastalarının XIX. Yüzyıla kadar hasta değil, şeytanla işbirliği yapmış insanlar olarak muamele gördüklerini, hatta diri diri ateşte yakıldıklarını kaydetmek icap ed er.” (11)

Müslüman Türklerde ise lanet değil, merhamet, eziyet değil şefkat görmüş ve akıl hastaları için ayrı hastaneler kurulmuştur. Darüşşifa denilen bu yerlerde çeşitli yollarla tedavi ve hayatlarının sonuna kadar insanca muamele görmüşlerdir.

İngiliz doktoru John Heward 1788’de darüşşifalara hayran kalmıştır. Dr. Kraft Ebing, 1897’de yazdığı eserinde : “Batı akıl hastalarını tedavi etmeyi Türklerden öğrenmiştir” diyerek İslam tıbbının ne derece gelişmiş ve Batı üzerinde etkili olduğunu belirtmiştir.

Atalarımız “az ye, az uyu, az konuş” atasözünü, asırlarca Avrupa’ya ilham kaynağı olan İslam tıbbının özünden çıkarmışlardır. Büyük İslam alimleri : “Çok uyuyan gözden, çok yiyen karından, faydasız sözden sana sığınırım Allah’ım” diye dua etmişlerdir. Sümrtebni Cündüp (ra), çok yemek yiyen ve sonra da kusan oğluna: “Eğer bu hal üzere ölmüş olsaydın vallahi namazını kılmazdım” demesi düşündüren bir husustur.

İmam-ı Şafi Hz.lerinin : “İlm-i tıbbın yok olması, ilmin üçte birinin elden çıkmasıdır” demesi de İslam’ın tıbba verdiği önemi belirtir.

İslam’ı ruhlarına sindiren ve hayatlarında uygulayan atalarımız da “Hekimsiz, hakimsiz yerde durulmaz” diyerek insan sağlığına büyük bir önem vermişlerdir. Seyyah İbni Batuta : “Suriye’de bereket, Anadolu’da sağlık gördüm” demiştir.

Dünyada ilk tıp eğitimi modern manada Selçuklular zamanında 1205 tarihinde Kılıçaslan oğlu Keyhüsrev tarafından kurulan tıp okulunda başlar. Bundan sonra 1217’de sivas’ta Darüşşifa kurulmuş, hastalara verilen ilaç ve yapılan masraflar vakıflar tarafından karşılanmıştır. Kayıtlara göre evlerinde yatan hastaların ayağına kadar gidilir ve hasta iyi oluncaya kadar eline harçlık verilirdi.

1339’da Bursa’da Yıldırım Darüşşifa’sı kurulmuştur.

İstanbul’un fethinden sonra, İstanbul’u bir ilim ve kültür merkezi haline getiren Fatih Sultan Mehmet tarafından 8 fakülteyi içine alan “Sahn-ı Semen” denilen devrin en büyük ilim ve kültür müessesesi olan Sahn-ı Semenden biri tıp fakültesi idi. Burada hem öğrenim hem de tedavi yapılırdı.

Fatih Hastanesinden Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde şöyle söz eder :

“Fatih Hastanesi : 70 oda, 80 kubbe ve 200 memuru vardır. Dersiam hekim başı vardır. Gidip gelenden biri hasta olsa hastaneye götürülüp ona bakarlar, uygun ilaçlarla tedavi ederler. İpek, altın işlemeli, bürümcük gecelikleri vardı. Günde iki defa türlü türlü güzel yemekler verilir. Evkafı öylesine sağlamdır ki, vakıfnamesinde “Eğer mutlaka keklik, turaç ve sülün kuşlarının eti bulunmazsa, bülbül, serçe ve güvercin pişip hastalara bol bol verilsin” diye yazılıdır. Hastalara, divanelere deliliklerinin geçmesi için müzikçiler ve okuyucular tayin edilmiştir.”

(12)

Devamla Evliye Çelebi diğer hastanelerden de şöyle bahseder :

“Süleyman Han Hastanesi : Bu şifa yurdu öyle bir deva ocağıdır ki, Allah’ın emriyle hasta üç günde şifa bulur. Çok üstad cerrahları vardır. Bu sığınılacak yeri anlatmakla dil aciz kalır.”

(12)

“Sultan Ahmed Han Hastanesi : Bunun da evkafı sağlamdır. Yoksulların ve divanelerin çoğunu şifa yurduna getirirler. Zira bunun da havası güzel ve memurları sevimli ve iyi adamlardır ki, hastalara daima can ve gönülden hizmet ederler.” (12)

14 Mart 1827’de türk Tıbbıyesini kuran Mahmut II Tıbbiyenin açılış fermanında şöyle der : 

“Çocuklar bu yüce binaları tıp okulu olmak üzere hazırlatarak adına Mekteb-i Tıbbıye-i Aliyei Şahane dedim. Burada insan sağlığına hizmet gibi aziz bir iş görüleceğinden bu okulu bütün öteki okullardan üstün tuttum” (13)

“Türkiye’de ordunun veteriner hekim ihtiyacının karşılamak amacı ile 1842 tarihinde İstanbul’da ilk veteriner okulu açılmıştır.” (14)

Tıp tarihinde ilk diploma merasimi 20 Eylül 1843 tarihinde Galatasaray Tıbbıyesinde yapılmıştır. Devrin padişahı Sultan Abdülmecid merasimde bulunmak ve imtihanları dinlemek üzere gelmiş, talebelerin oturmalarını söylemiştir. ( O zamanlar Osmanlı padişahının huzurunda Kırım hanlarının dışında kimse oturmazdı.) İlk imtihana Salih efendi girmiş, besmele çekerek sualleri cevaplandırmış ve tıp tarihinin bir numaralı diplomasını almaya hak kazanmıştır. Kendisine bu başarısından dolayı “Muallimlik” bugünkü deyimle Profesörlük ünvanı verilmiş, tıp ilmine bu ünvanla hizmet etmiştir.

Geçmişte olduğu gibi bugün de Türk tıbbı ileri seviyededir. Milletimize milyonlara mal olan tahsilden sonra yabancı ülkelere giden, yeni buluşları ile tıp ilmine katkılarda bulunan doktorlarımız, başka ülkelerde “tedavisi imkansız” denildiği halde, memleketimizde tedavi edilip, şükran ifadesinde bulunan hastalar bunun delilidir.

Türkiyenin tıp dalında sağladığı başarılar hala dünya sağlık teşkilatı tarafından takdirle karşılanmaktadır. 1972 senesinde Türkiye, tüberküloz sahası tatbikatı eğitim merkezi sahası olarak seçilmiş, çeşitli ülkelere mensup 14 yabancı doktor Türkiye’de verem savaş eğitimi görmek üzere gelmiş ve 20 gün eğitim görmüşlerdir.

  1. AhmetGürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenleştirmesi, S.69
  2. A.Adnan Adıvar, Tarih boyunca İlim ve Din, S.147
  3. Adıvar, Age.S.154
  4. Gürkan, Age.S.68-69
  5. Will Durant, İslam Medeniyeti, S.105, (1001 Temel Eser)
  6. Gürkan, Age. S.235
  7. Adıvar, Age.S.109
  8. Abül Feraç Tarihi,C.1S.294-295,Ter.Ömer Rıza Doğrul
  9. Adıvar,Age. S.112
  10. Gürkan, Age. S.236
  11. Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, S.308
  12. Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler,C.1S.98 (1000 Temel Eser)
  13. Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, C.2, S.224
  14. Prof. Dr. Nihal Erk,Bilim ve Teknik Mec.Sayı:72,S.36
0

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir