İSLAMDA VE TÜRK TÖRESİNDE MÜSAMAHA

            İslam, Cahiliye devri adetlerini ve insanların başına korkunç felaketler giren her türlü davranışı yasaklayarak insanlar için huzur ve mutluluk olmuştur.

            İslam; insana olduğu kadar onun hak ve hürriyetlerine de büyük önem vermiş ve insanlık şerefi için temek kaynak olmuştur. İnsanlara karşı sert muamele, gasp, tecavüz ve zulüm gibi her türlü insanlık dışı davranışı kesinlikle yasaklanmıştır. Dinlerinin emri ile Müslümanlar, kafirlerin İslam’a girmelerini çok arzu ettikleri halde asla zor kullanmamışlardır. “Dinde zorlama yoktur” ayeti ile “Kolaylaştırınız güçleştirmeyiniz, müjdeletiniz nefret ettirmeyiniz” hadisine uyarak mütecaviz bir tutum izlememişlerdir. Dört kitabı, bütün dinlerin peygamberlerini kabul ve tasdik etmişler analarından hür olarak doğan insanları köleler edinmemişlerdir. İnsanlara hür yaşama, hür inanma ve hareket etme hakkını tanımışlardır.

            İslam kılıç dini değildir. Kur’an-ı Kerim’de Allah şöyle buyurmuştur: “Sizinle dövüşenlerle Allah yolunda siz de dövüşün, fakat tecavüz etmeyin. Allah tecavüz edenleri sevmez.” (1)

            İslam Peygamberi, Halid Bin Velid’i harp için değil, İslam’ı anlatmak için bir kabileye göndermişti. Halid Bin Velid ve arkadaşının kılıç kullandığını duyan İslam Peygamberi, kıbleye dönerek : “Ya Rabbi ! Halid’in yaptığından beriyim ! “sözünü üç defa tekrar etmiş, daha sonra olay mahalline Hz. Ali’yi göndererek yalnız insanların değil öldürülen hayvanların da diyetini vermiştir.

            Hz. Ömer (ra) Kudüs’ün fethinden sonra verdiği beratta, kiliseleri mesken ittihaz edilemeyeceğini, içinde bulunan eşyaların hiçbir şekilde tahrip ve müsadere olunamayacağını, dini hususlarda cebir ve tazyik gösterilmeyeceğini, canların, malların her türlü taarruzdan emin olacağını belirtmiştir.

            İslam, şiddet dini değil, şefkat ve merhamet dinidir. Allah’ın yarattıklarına şefkat, merhamet ve adaletle muamele edilmesini emretmiştir. Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurmuştur: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz; insanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez; Allah’ın yarattıklarına şefkatle muamele ediniz.”

            Kudüs’e giderken deveye hizmetçisi ile beraber nöbetleşe binen Hz. Ömer (ra), Müslümanları, Yahudileri öldüren ve yakan haçlılar gibi davranmayıp Hıristiyanlara beklemedikleri anlayış ve hoşgörü ile davranmıştır. Hatta Hıristiyanlara gösterdiği anlayış ve hoşgörüden cesaret alan Kudüs Patriği O’nu namaz kılmaz üzere Sen Konstantin Kilisesine götürmüş, fakat Hz. Ömer, burada namaz kılmayı kabul etmemiştir. Patrik, bu davranışın sebebini sorduğunda Hz. Ömer’in verdiği cevap :

            -Eğer ben bu kilisede namaz kılarsam, belki ilerde Müslümanlar burayı camiye çevirebilirler” şeklinde olmuş ve Patrik’i şaşırtmıştır.

            İslam’da af ve insan hayatının korunması esastır. İslam Peygamberi, kendisini zehirlemek isteyen Beni Nadir kabilesinden bir Yahudi kadını, Amcası Hz. Hamza’yı öldürüp şehit vücuduna saldıranı, fetihten sonra kendisine ve Müslümanlara zulmeden Mekke’lileri hep bağışlamıştır. Onlara karşı kin güdüp düşmanlık göstermemiştir. Harp meydanında dolaşırken Peygamberimiz, bir kadın cesedi görmüştür. Bunun üzerine durmuş ve : “Bu kadın öldürülmemeli idi” diyerek derhal Halid bin Velid’e haber göndererek, kadınları ve çocukların öldürülmemesini emretmiştir.

            Bir hadislerinde de : “Bir milletle savaşıp onları yenersiniz, onlar da kendi hayatları ve çocuklarının hayatlarının emniyeti için size belli bir teminat vermeyi kabul ederlerse, sakın tespit edilen miktardan bir kuruş fazlasını almayın çünkü haramdır.” buyurmuşlardır.             Halife Hz. Ömer’de ordu ve kumandanlara verdiği emirde şunları söylemiştir : “Kimseye zulmetmeyiniz; Allah zalimleri sevmez, Savaşta korkak olmayınız, kuvvetinizi gaddarlık suretiyle kullanmayınız, zafere ulaşınca haddi aşmayınız, insaf ve adaletten ayrılmayınız, ihtiyarları, çocukları ve kadınlar öldürmeyiniz.”

            İslam’ın kesin ve açık emirleri karşısında Müslümanlar adaleti ve insanlığı asla elden

bırakmamışlarıdır. Ebu Ubeyde, Ürdün’e geldiğinde Hıristiyanlar : “Siz bize zulmetmiyorsunuz. Bugüne kadar Rumlardan çok zulüm gördük. Sizi daha çok seviyoruz” diyerek Müslümanların idaresinden memnun olduklarını belirtmişlerdir.

            Halid Bin Velid, (Hasta,kadın,.çocuk ve din adamlarının dışında) Hire halkı ile anlaşma yapınca onlara : “Eğer sizi himaye edersek, cizye almak hakkımızdır. Himaye edemezsek aldığımız vergiyi hak etmiş olmayız” demiştir. Hz. Ömer (ra) da Herakliyus’un Müslümanlara karşı kurduğu orduya karşı çıktığı için, Müslümanlara vergi verdikleri için himaye olunan Suriyeli Hıristiyanlara : “Biz sizden aldığımız verdi karşılığında sizin ırzınızı, malınızı, canınızı koruyacaktık. Bu durumda sizi korumayacağız. Onun için aldığımız verdileri iade ediyoruz” demiş, ne alındıysa noksansız geri vermiştir. Böyle bir davranış karşısında Hıristiyanlar, kendi dindaşlarına karşı Müslümanların başarısı için dua etmişler ve yardımda bulunmuşlardır.

a) Türklerde Müsamaha :

            Türk töresinde ahlaka, hoşgörü ve müsamahaya geniş yer verilmiştir. Bunun için

Türkler tarih boyunca ahlaki, insani değerlerin koruyucusu ve uygulayıcısı olmuşlardır. Her şeyi insanın yararına ve insanın haklarını korumaya yönelik düzenlemişlerdir. İnsanın benliğini yitirmeden hayatını sürdürmesi için çalışmışlardır.

            Kim olursa olsun insanlara vakar ve haysiyetlerine yakışır ölçüler içinde, insan haysiyetine uygun davranmışlardır. Fethettikleri ülkelerin insanına ve Türk adaletine sığınanlara nazik muamelede bulunmuşlar, insanlara cebir ve şiddetle değil, hakanların bile uymak zorunda olduğu Türk töresi ile ayrı milletlerin, ayrı dinlerin insanlarını sulh ve sükun içinde adaletle idare etmişlerdir. O kadar müsamahalı davranmışlardır ki, bu durum yabancı milletlerin uzun müddet Türklere bağlı kalmasını sağladığı gibi “Kemliğe kemlikle muamele edilmez” diyen Türkler, insanlık dışı davranışlarda bulunan düşmanlarını utandırmıştır.              Türk töresine göre alınan esirlerin öldürülmesi yasaktır. Esire yemek veren kim olursa olsun o yemekten evvela kendisi yiyecektir. Esire ve malına asla zarar verilmeyecektir. Hor görülüp adi işlerde kullanılmayacaktır. Kötü muameleye maruz kalan efendisi aleyhinde dava açabilecektir. Her türlü mabede hürmet edilecektir.

            Türkler, ellerinde kılıç mağlup milletleri kılıçlarının ucu ile zor kullanarak onlara ait hiçbir şeyi Türkleştirme hareketine girişmedikleri gibi , imha amacı da gütmemişlerdir. Düşmanlarına beklemedikleri şekilde anlayış ve insanlık göstermişler mecbur olmadıkları iltifatlarda bulunmuşlardır. Kendi idarecilerinin vermedikleri hakları onlara vermişler, gelenekleri, inançları yok edilmemiş, geniş bir din ve vicdan hürriyeti tanınmıştır.              J.J.Rousseau, emile adlı eserinde Türk müsamahakarlığını şöyle ifade etmiştir : “Türkler dinleri icabı kendi dinlerine düşman olanlara bile müsamahakar ve misafirperverdirler.”

            Türkler yıkıcı, zorbacı, istilacı olsaydı, Türklerin hakimiyet kurdukları yerde diğer dinlere mensup az insan kalırdı. Haçlılar gibi kitle halinde kılıçtan geçirme, sağ kalanları ise zorla vaftiz edip Hıristiyan yapmak gibi cinayet ve vahşete yönelmemişlerdir. Türk hakimiyeti altında dinlerini, örf ve adetlerini aynan korumuşlardır. Türkler aşağıdaki misallerde olduğu gibi insan haklarına saygı göstermenin, din ve vicdan hürriyetine değer vermenin açık örneklerini göstermişlerdir.

13 Aralık 1084’de Süleyman Şah, General Plaretos’u yenip Antakya’ya girince şehirde umumi af ilan etmiş, esirleri serbest bırakmış ve hemen Cuma namazı kılmak zorunda kaldıkları kilisenin karşılığı olarak iki kilise yapabileceklerini bildirerek ibadetlerine engel olmadığı halkın minnet ve şükranını kazanmıştır.

            Selçuklu devrinin başından beri, Türk hakimiyetinde cami, kilise havra yan yana bulunuyordu. “Hıristiyan azınlıklar Selçuklu devleti hudutları içinde Müslümanlarla her ne kadar aynı haklara sahip olmamışlarsa da hiçbir zaman Bizans’ta olduğu gibi dinsiz avına tabi tutulmamışlardır. İdareleri altındaki Rum ve Ermenilerin hiçbir dini inancına karışmayan Türkler, büyük bir tolerans göstermişlerdir.” (2)

            Tarihçi Yedeon : “Ortodoks Hıristiyanların himaye edilmesi, rahat yüzü görmesi ancak sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi ile başlar” demiştir. Gerçekten harp sonunda İstanbul’u alan Fatih, diğer millerlerde adet olduğu gibi katliam yapmamış, yerli halkı dilinde, dininde serbest bırakmış, mülkiyet haklarına dokunmamıştır. Bundan başka sürüp giden Katoliklerin Ortodokslara karşı baskısını kaldırmıştır.             Kanuni lütuf ve yardımları ile Rum halkını üstün hayat seviyesine ulaştırmış, oğlu II. Selim ise, bugün masum yavrular dahil Türkleri katlederek insanlık ve minnettarlıklarının derecelerini gösteren Rumları, fethettiği Kıbrıs’a yerleştirip her türlü hak ve hürriyeti onlara vermeyi insanlık görevi bilmiştir. Bugün Rumların iddia ettiği gibi Türkler kötü niyetli insanlar olsaydı, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta bir tek Rum kalmazdı. 

Malazgirt’te esir ettiği İmparatorlarının hayatını bağışlayan Alpaslan’dan bu yana Rumlar, Türklerden şefkati yardım ve himaye görmüşlerdir. Son Kıbrıs harekatı sırasında Rum esirlerine Adana ve Mersinde yapılan muameleyi gören yabancı gazeteci radyo ve televizyon muhabirleri, Kızılhaç temsilcileri Rumların iddialarından dolayı başlarını önlerine eğmişler ve Türkler hakkında daha evvelki yazdıklarından dolayı pişmanlık ifadesinde bulunmuşlardır. Aynı kişiler daha sonra Kıbrıs Rum kesiminde toplu katliamların sonunda açılan çukurlarda Türk cesetleri çıkarılırken bozulmuş, Türk komutanın :

  • Ne o iğrendiniz mi ? sorusuna şu cevabı vermişlerdir :
    • Evet, ama ölülerinizden değil, insanlık ve medeniyet adına işlenen şu vahşetten !..

            Türkler, kendilerine yapılan her türlü zulüm ve vahşeti unutarak Türk’ün haysiyetine yakışır bir şekilde davranmışlardır. “ Avrupa Katolik kilisesinin yanında diğer kiliselerin kurulması olayları, kan gövdeyi götürme pahasına olurken, Türkler dini bakımdan büyük bir müsamaha gösteriyorlardı. Osmanlı devletinin kuruluşundan beri onunda idaresine giren halk, dilediği gibi din törenleri yapabilirdi. Bu serbestlik Avrupalıları o kadar kıskandırmıştır ki, reformun babası olan Lüter, Almanya üzerinde Türk idaresinin kurulmasını bile istemiştir.”

(3)

            Yavuz Sultan Selim, din ayrılığını kaldırmak amacı ile Anadolu’da yaşayan Hıristiyan halka İslam’ı kabul ettirmeyi düşünmüştü. Bu düşüncesini Şeyhülislam Molla Ali Cemali’ye açtı. Şeyhülislam, bu davranışın İslam’a uygun düşmeyeceğini belirterek :

1. Hayır, olmaz. Dinde zorlama yoktur” cevabını vermiştir.

1715’te Girit Adasının fethinden sonra Türkler, yerli halkı işlerinde, dini ayin ve ibadetlerinde tamamen serbest bırakmışlardır. “Adanın fatihleri olan Türkler, yerli ahalinin cemaat işlerine karışmayarak, onları dini merasimlerini ifade ve ruhani müesseselerini idarede tamamen serbest bıraktılar. Dini bakımdan böyle mutlak bir hürriyete sahip olan Girit reayası, aynı zamanda hertürlü tetkik ve teftişten vareste kalarak, mektepleri ile adet ve göreneklerinin tanzim ve idaresi hususları da kendilerine bırakıldı. Anadilleri her türlü müdahaleden masun kaldı.” (4)

            Türkler, insanla değil, zulüm ve adaletsizlikle savaştıkları için insana zarar vermemeyi özellikle dikkat etmişler, insana karşı kan dökme ihtirası gütmemişlerdir. İnsana kutsal emanet olarak değer vermişlerdir. Bu yüzden insana karşı saldırgan olmamışlar, insanlara verdikleri sözü Allah’a verilen söz kabul etmişler ve insanlarla yaptıkları hiçbir anlaşmayı bozmamışlardır. İnsanlık ve ahlak dışı muamele söz konusu olmadığı için yerli halktan birçoğu Türk uyruğuna kendi isteği ile geçmiştir. Anadolu’nun fethi sırasında Bizans’ın zulmü altında Rum ve Ermeni azınlıklar, Türklere kucak açmışlardır. Türklerin girdiği yerlerden göç etme müsaadesi verildiği halde, Türk idaresine meftun olan halkın pek azı, şahsi nedenlerle göç etmiştir.

            “Bursa’nın zabtını müteakip halka karşı gösterilen yumuşaklık ve teslim şartlarına riayet edilmesi, İznik’in tesliminde de gösterildi. Şehir ve kaleyi teslim alan Orhan Bey, halktan arzu edenlerin eşyalarıyla beraber gitmesine müsaade etti. Hatta bu müsaade daha ileri giderek İznik halkının kendi tebaasından olmak ve yalnız cizye vermek şartıyla adet ve ananelerini muhafaza edebileceklerini ilan etti. İznik muhafızı olan Rum Beyi deniz yoluyla İstanbul’a gittiyse de halktan çoğu gitmedi. Harp sahasına yakın olduğu için muvakkat bir müddet beylik merkezi İznik’e naklolundu.” (5)

İstanbul’un fethinden sonra “Haşmetle şehre giren ve doğru Ayasofya’ya giden genç hükümdarı, burada toplanmış olan halk ve papazlar karşılarında gördükleri vakit ağlayarak yerlere kapandılar. Padişah onlara sükut etmelerini söyledikten sonra Patrik’e : “Ayağa kalk ! Ben Sultan Mehmet, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” Dedi” (6)

Ayasofya’ya giren Türk ordusu “Her sınıf ve cins insanın sımsıkı buraya dolmuş olduğunu gördü. Ortaçağların bütün müstevli orduları böyle bir topluluğu zaferlerinin mahsulü telakki eder ve affetmekten başka onlar hakkında her şeyi reva görürdü. Fakat yine ortaçağların bu muzaffer ordusu kendilerine iki aya yakın bir zaman her türlü düşmanlığı gösteren bu insan yığınına karşı, insanlığın üstünde bir merhamet ve şefkat hissi duydular ve yirminci yüzyılın bu anında dahi en medeni millerlerde bile görmeye hasret kaldığımız bir asaletle bu aciz insan kütlesine kılıçlarını çekmek lüzumunu duymadılar. İnsanlık tarihi bu zamana kadar hemen hemen böyle bir şey kaydetmemişti. Bu suretle Bizans!ın bütünü affedilmiş oluyordu. Böyle olunca şehirde umumi bir katl yapılmamıştır. Çünkü Osmanlılar zaferlerini, Timurvari, suçsuz insanları öldürmek suretiyle kirletmek istemiyorlardı. “ (7)

Türk örf, adet ve ananesinin bir gereği olaran insanlığa sunulan müsamahakar davranışlar, her türlü kötülüğü, adaletsizliği yasaklayan İslam’ın emri olduğu ve Türklerin de ona göre hareket ettikleri unutulmamalıdır. Tarihin adını deliye çıkardığı Sultan İbrahim, kardeşi dördüncü Murad ölünce kendisini tahta oturtmak isteyen Sadrazama : “Dur Lala” deyince orada bulunanların hepsi şaşırmıştı. Genç adam tahta oturmadan ellerini kaldırarak şu duayı etti :

-“Ya Rab… Sana hamd ederim ki, benim gibi zayıf kuluna bu makamı layık gördün. Bu makamda cihana hükmeden bir kudrete sahip olacağım. Ya Rab… ben bu kudreti kötüye kullanır, kullarını zulüm altında inletirsem, masum insanların üstünde bir kabus olursam, o zaman sen kahredici azamet ve kudretinle beni yok et. Masum insanları benim zulüm ve işkencemden kurtar…”

Ve sonra “Bismillah” deyip tahta çıkıp oturdu.

İşte Türk tarihinde zulüm ve adaletsizlikten bu inanç ve sorumluluk duygusu sayesinde uzak kalınmıştır. Bugün Ayasofya’nın kapalı, Patrikhanenin açık olması, azınlıklar içinde en rahat yaşayanların Türkiye’deki azınlıkların oluşu ve Kıbrıs harekatı sırasında katil insanlara gösterilen insanlık geleneksel Türk müsamahasının her şeye rağmen sürdüğünün delilleridir.

Kıbrıs’ta toplu katliamlar yapan Rumlar, Türkler gelince yaptıklarının karşılığını beklerken türk’ün geleneksel müsamahası ile karşılaşmışlar ve masum insanlara yaptıkları vahşi hareketlerden utanç duyduklarını ifade etmişlerdir.

Diğer bir olay da Beşparmak Dağlarında bir komanda erimiz, bir Rum askerini ayağından vurarak esir alıyor. Rum askeri az bildiği Türkçe ile “Mehmet bana su verir misin ?” diyor. Mehmetçik, matarasını çıkarıp uzatıyor. Rum askeri gülünce, Mehmetçik neden güldüğünü soruyor, cevap olarak :

– Eğer ben seni esir almış olsaydım ve sen benden su istemiş olsaydın, sana su vermez, tabancamı çıkarır ağzından vururdum” diyor.

b) Tek Taraflı Sürdürülen Müsamaha :

Hiçbir millet ve Türklerin himayesinde yaşayan azınlıkların hiçbiri Türkler tarafından zulüm görmemiştir. Her zaman adil, müsamahakar Türklerin ihsanı ile karşılaşmışlardır.

Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, Türklerin müsamahası tek taraflı olarak devam etmiş, iyi muamele ettiği kimselerin her fırsatta hainlik ve nankörlükleri ile karşılık görmüştür. Denilebilir ki Türkler, haddinden fazla adil ve müsamahakar olmalarının kurbanı olmuştur. Dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Ermeniler rahat nefes alamazken uygulanan politika sonunda bir çoklarının Ermeni oldukları unutturulmuşken, bugün Türklere barbar diyenlerin başında Ermeniler gelir. Kendilerini mazlum ve masum insanlar olarak göstererek, zalimken mazlum rolü oynayarak saldırgan dille Türkiye aleyhinde geniş bir kampanya açmışlardır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Türk intikam anıtları dikmişler, küçük hesaplar uğruna bazı kişileri de kendi gayeleri uğruna kullanmaktadırlar.

“Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten bir müddet sonra Ermenilerin Bursa’daki Ruhani reisleri Ovakim’i İstanbul’a getirterek, Rum Patrikhanesi yanında bir de Ermeni Patrikhanesi tesisine müsaade etti. Rum patriğine verdiği hak ve imtiyazları aynen Ermeni patrikliğine de lutfetti.” (8) Tarih boyunca ayrım gözetilmeden Türk halkı ile aynı haklara sahip olarak yaşadıkları halde, hayali Ermeni katliamları hikayeleri uydurarak iğrenç hareketlere başvurmaktadırlar.

Ermenilerin “Kızıl Sultan” dedikleri Abdulhamid zamanında Ermeniler, İngiliz ve Rus silahları ile Osmanlı Bankasına saldırıp, masum Müslüman-Türk halkını şehit ettiler. Bankayı kuşatan Ermenilerle Türk askerleri arasında çatışma oldu. Birçok insan şehit oldu.

Avrupa basını ve siyaseti bütün açıklığı ile aleyhimize döndü. Türklerin Ermenileri öldürdükleri söyleniyor ve sefirler Abdulhamid’e gelerek “Türk katliamını (!) protesto etmişti. Abdulhamid :

  • Ermeniler, tebayı şahanem olan Müslüman halka bu silahlarla saldırmışlardır. Bunların fabrikası memalik-i şahanemde yoktur.” Deyip Ermenilere verilen silahları gösterir. Daha sonra da : 
  • Teb’am bu sopalarla nefsini müdafaa etmişlerdir. Bunlar ise bizim ormanlarımızdan tedarik edilir” diyerek sopaları gösterir. Sefirlerin söyleyecekleri bir şey kalmadığından hürmetle selamlayıp çıkıp giderler.

Eti, kemiği Türk sofrasında meydana gelen Ermeniler, işgal kuvvetlerini sevinçle karşılamış onlarla birlik olup yediği sofraya ihanet etmiştir. Kendilerinden yardım değil, sadece ihanet etmemeleri istendiğinde “bizim Türklere ödeyecek hiçbir minnet borcumuz yoktur” deyip Yunanla, İngiliz’le, Fransız’la birleşip katliama, ırz namus tecavüzüne, mal yağmasına girişmişlerdir. 

Maraş’a tayin edilen Fransız valisi şerefine Ermeniler ziyafet vermişlerdi. Ziyafette Fransız subayı, bir Ermeni kızını dansa davet etti. Ermeni kızı :

  • Türk bayrağının dalgalandığı bir yerde sizinle dans edemem dedi. Ve Maraş kalesindeki Türk bayrağının indirilmesini istedi. Ancak Türk bayrağı indirilip Fransız bayrağı çekilince dans teklifini kabul etti.

Bu sebepsiz kin, karşılıksız intikam duygusu hala kasıtlı olarak sürdürülmektedir. Ocak 1972de Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’i görev başında şehit eden 77 yaşındaki Mıgırdıç Yanıkyan, mahkemede verdiği ifadede “İki kötüyü temizledim. İntikam aldım” demiş, Türklere karşı açılacak yeni bir savaşın öncüsü olacağından söz etmiştir.

İşgal kuvvetlerinin himayesi altında Türklere karşı yapmadıkları rezalet kalmamıştır. Ermenilerin her hareketine göz yumulmuş, hatta Türklerle evlenip Müslüman olan Ermeni kadınları tekrar zorla Hıristiyan olmaya zorlanmıştır. “Burası artık Türklerin değildir” denilerek Türklerin bütün hakları ellerinden alınmış, Müslüman ölüler Hıristiyan usulü ile gömülmüş, Müslüman çocukları zorla vaftiz edilmiş, vaftiz edilmeyi reddedenler ise derhal öldürülmüşler veya yerlerinden yurtlarından sürülüp çıkarılmışlardır.

Diğer Hıristiyan milletlerin Ermenilerden kalır tarafı yoktu. “İzmir’in işgal edildiği gün, “Ey Türkler, ay yıldızı artık gökte göremeyeceksiniz” diye bağıran Yahudiler de görülmüştür. Ayrıca Durdoğlu adındaki Yahudi, İzmir’in işgalinden sonra yüksek rütbeli Yunan subaylarına bir ziyafet vermiş ve işgalin ne mesud bir hadise olduğunu söylemiştir.” (9) “Gerek işgal günleri, gerek sonraları katliamlar yapıyorlar yağmalarında ve Türk ırzına tasallutlarında büyük canavarlıklar gösteriyorlardı. Tecavüze uğramamış hane, yağma edilmemiş dükkan ve ev kalmıyordu. Palikaryalar, sokakta Türklerin feslerini alıp ayak altında çiğniyor, Müslümanların Allah’ına küfür ediyor, Kur’an yapraklarını abdesthanelere asıyor, kadınların çarşaflarını çıkarıp zorla “Zito Vezizelos ! “ (yaşasın Venizelos) diye bağırtıyor, her türlü hakaretler yapıp eğleniyorlardı.” (10)

Harp icabı, düşmanlık gereği davranmaktan da öte vahşetler ve cinayetler işleyen bu insanlar (!)dan başka türlü bir davranış beklenemezdi. Yaptıkları her şeyi ancak kendilerine yakışır biçimde yapmışlardı.

            Son olarak Müslümanların ve Hıristiyanların insanlık anlayışını ortaya koyması bakımından tarihi iki hadiseyi nakletmekle yetineceğiz :

            “İspanya kralı “Müslümanları ne yapalım, onlarla beraber yaşamamızda bir sakınca var mıdır ?” diye papazlara sormuştu. Papazların cevabı şu oldu : 

            – Biz Hıristiyan’ız, onlar ise Müslüman’dır. Onlar bizim felaketimize sevinirler, Müslümanların felaketine üzülürler, Müslümanların galibiyeti için dua ederler. Biz Muhammedilere düşmanız. Bu düşmanlık asla aramızdan kalkmaz. Bizim aramızda Mesih kullarından başkası olmamalıdır. Müslümanlar toplanıp günde beş vakit namaz kılarlar, bu ise bize çok dokunuyor. Onların bizim aramızda durması hatadır. Onlardan kim Hıristiyan olursa ne güzeldir. Hıristiyan olmayanı ateşte yakarım dersin ve dönmeyeni yakarsın.”

            Demeleri üzerine Kral, bir emir çıkararak ne kadar kız, oğlan Müslüman çocuğu varsa kiliselere taksim edilerek İncil öğretilmesini, büyüklerden de Hıristiyan olmayanların yakılacağını bildirdi.

            Kralın bu fermanını öğrenen Müslüman halk : “Biz oğlumuzu, kızımızı vermeyiz.

Müslüman olarak birimiz kalıncaya kadar cenk ederiz. Ölenimiz şehit, kalanımız gazi olur” (11) diyerek boyun eğmediler. Fakat daha sonra kilise-kral işbirliği sonunda İspanya’da bir tek Müslüman kalmadı.

            Fransız tarihçisi Albert Malet’in ifadesiyle :             “Türkler 17. asra kadar, iki yüz sene Avrupa için devamlı bir tehlike oldular.

Macaristan’ı fethettiler, Viyana’ya kadar ilerlediler, orayı da kuşattılar. Bununla beraber, Türkler yendikleri milletlere dinlerini, kanunlarını, adetlerini ve dinlerini kabul ettirmek için zorlamadılar. Onları kendi bünyelerinde eritmeyi ve hepsini tek millet haline getirmeyi denediler. Yalnız hükümetleri yıkmakla ve vergi almakla kaldılar. Onların kiliselerini, okullarını, dillerini, yaşayışlarını ve kanunlarını olduğu gibi bıraktılar.” (12)

  1. Bakara suresi, Ayet :190
  2. F.K.Kıenitz, Büyük Sancağın Gölgesinde,S.129 (1001 Temel Eser)
  3. Doçent A.M. Mansel, DoçC.Baysun,Prof.E.Z.Karal, Yeni ve Yakın Çağlar Tarihi,S.84
  4. Prof. Cemal Tukin, İslam Ansiklopedisi, IV.794
  5. Ord. Porf. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,C.1,S.121
  6. Dr. Selahattin Tansel Osmanlı Kaynaklarına göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri  Faaliyetleri, S.103, İst.1971
  7. Age.S.101-102
  8. Ermeni Mezalimi,S.29-30 , Veysel Eroğlu
  9. Tansel, Mondrostan Mudanyaya, C.1,S.193-194
  10. Dr. Rıza Nur, Türk Tarihi,C.1.S.193-194
  11. Barbaros Hayrettin Paşa Hatıraları,C.2,S.96-97 (1001 Temel Eser)
  12. Kadir Can Kaflı, Türkiyenin Kaderi, s.46
0

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir