ECDAD YADİGARI VAKIFLARIMIZ
1-7 Aralık vakıflar haftası olarak ayrılmıştır. Daha önceki 365 gün ve gece hizmet gören vakıfları anma günleridir.
Bizde bir şeyi unutturulmak isteniyorsa, belirli gün veya hafta ayırıp bazı kurum ve kuruluşlara havale ediliveriyor. Bazı günlere sıkıştırılıyor, işte gün ayırdık, hafta ayırdık yetmiyor mu ? deniliyor.
Bugüne kadar sahip çıkmadığımız “Benimdir” demediğimiz her şey elimizden avucumuzdan çıkıp gitmiştir.
Geçmişin tarihi mirasına sahip çıkmadık. Bunun içindir ki, sebil toplumu idik, rezil toplum haline geldik. Dayanışma ve yardımı öngören kültürümüz, geleneklerimiz, en önemlisi de fakire yardımı farz kılan, insani görev olarak emreden dinimiz unutuldu, unutturuldu.
Atalarımızı fedakar yapan, harekete geçiren neydi ? Tek sebep dinimizdi, inançları idi. İnsanın gönül hoşnutluğu ve ilahi rıza idi.
Kur’an şöyle buyuruyordu :
“Siz hayıra ne harcarsanız Allah onun yerine başkasını verir.” (Sebe Suresi :39)
“Sakınanlar ve arınmak isteyenler, verdiğimiz maldan Allah yolunda harcarlar”
(Bakara :3)
“Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Siz hayır işlerinde yarışın” (Bakara :148)
“İnsanların öyleleri vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendilerini ve mallarını feda ederler” (Bakara : 207)
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkı ile bilir” (Al-i İmran : 92)
“Bu konuda bu ayetler sadece birkaç örnektir.
Allah Resulü de şöyle buyurmuştur :
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır”
“Komşusu açken tok yatan gerçek mü’min değildir”
“Fakirlik küfür olayazdı” buyurarak inananları hayra çağırmış, teşvik etmiş ve fakirliğin giderilmediği takdirde ne büyük tehlike oluşturacağını ifade etmiştir.
Bu gibi Cenab-ı Allah’ın ve Resulünün emir ve teşvikleri Müslüman dedelerimizi gece rahat yataklarında yatırmamış gündüz de boş durdurmamıştır.
Vahdettin : “ Kuş tüyü yatakta yatmadım, gece gündüz çalıştım. Zira koltukla teneşir arasındaki kısa mesafeyi hiç hatırımdan çıkarmadım” demiştir.
Bizans elçisi Halife Ömer’i arıyordu. Onu fakir bir kadının yapılmakta olan evine kerpiç taşırken buldu. Her tarafı çamur, toz topraktı.
-Nasıl olurda Halife bir kadının evine kerpiç taşır ? diyerek hayretini gizleyememişti. Aldığı cevap :
-Biz fakirlere, muhtaçlara yardım ederiz” oldu.
Yabancılardan bir grup gelmiş, Hz. Peygamberi arıyordu. Orada bulunanlara baktılar, fark edemediler, sordular
-“ Efendiniz kim ? “
Oturan Müslümanlara ikram dağıtmakta olan Allah Resulü bu sorunun muhatabıydı, cevap verdi :
- “Efendi, hizmet edendir “
Yavuz Sultan Selim Cuma günü herkes gibi hasırın üzerine okunan hutbeyi dinliyordu. İmam, kendisi için :
- Hakim’ül Harameyn (Mekke ve Medine’nin hakimi) deyince Yavuz Sultan Selim yerinden fırlayarak :
-Hadim’ül Harameyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) diyerek düzeltmişti. Allah Resulüne göre ve Allah Resulüne gönül verenlere göre hizmet etmeyen efendi olamazdı. Evet Müslüman hizmet edendir. Hizmet edilen değil, Müslüman lokomotiftir, vagon değil. Çünkü Allah’ın rızası Allah’ın kullarına hizmettedir.
Allah Resulünün ve Ona gönül verenlerin insan anlayışını bir olayla anlatmak istiyorum :
Ebu Hureyre’nin (ra) rivayetine göre; bir adam Peygamber Efendimiz’ e (SAV) gelerek ;
-Ey Allah’ın Resulü ! Ben açım dedi
Resulüllah Efendimiz hanımına haber salarak yiyecek bir şeyler göndermesini istedi. Fakat Mü’minlerin Annesi :
“ – Seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok” dedi.
Peygamber (SAV) ashabına dönerek :
“ – Bu gece bu şahsı kim misafir etmek ister ? “ diye sordu.
Ensardan biri :
“ – Ben misafir ederim, Ya Rasülallah!” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına :
“ – Evde yiyecek bir şey var mı ? diye sordu. Hanımı :
“ – Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var” dedi. Sahabi “ – Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafir içeri girince de lambayı söndür. Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım” dedi. Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar. Sabahleyin o sahabi Peygamber’in (SAV) yanına gitti. Onu gören Sallallahu aleyhi ve selem şöyle buyurdu :
“ – Bu gece misifirinize yaptıklarınızdan Allah Teala ziyadesiyle memnun oldu” (Buhari, Menakıbu’l Ensar, 10)
İslam’ın iyi anlaşılıp yaşandığı dönemlerde hep bu anlayış vardı. Çünkü fakirin düşünülmediği bir yerde Allah’ın rızası yoktur. İslam, bütün canlıların sigortasıdır. İslam’da yardım sadece insana şamil değildir. Hayvanlara, bitkilere kadar uzanmıştır.
Halife Ömer (ra), Konaklayan kervana gece zarar gelmesin diye etrafında gözcülük yaparken, bir çocuğun ağlamasını işitti. O tarafa varıp, Kadına :
- “Sustur, çocuk ağlamasın” dedi.
Biraz sonra çocuk gene ağladı. Bu defa :
- “Çocuğunu niye ağlatıyorsun, acımıyor musun ?” deyince Kadın :
1. “Sütüm yetmiyor, çocuğum aç” demişti.
Hz. Ömer, ihtiyaç sahibi emzikli kadınlara maaş bağladı. İslam tarihinde kendini sorumlu hisseden herkes refahı ve mutluluğu için çalışmıştır. Hizmetten hizmete koşmuştur.
Avrupa’da ruh hastaları, içine şeytan girmiş diye yakılırken, zincire vurulurken Müslümanlar tedavi merkezleri açmış, şefkatle muamele etmiş, onları müzikle, hikaye ve masal anlatmakla oylamışlardır. Yani her insana değer vermişlerdir. Böylece insanın problemlerini aşmışlar, hayvanların problemlerini de çözmüşler ve bitkilere kadar uzanmışlardır. Bunun içindir ki, atalarımız insanlığa götürdükleri hizmetlerle, hayvanlara olan farklı davranışları ile bütün dünyanın takdirini toplamışlardır.
a) Vakıf Nedir ?
Vakıf, kişinin menkul veya gayri menkul bir değeri olan malını kendi isteği ile hiçbir beklentisi olmaksızın hayır ve yardım gayesi ile Allah rızası için bağışlamasıdır.
Vakıf, insanı kurtarma konusunda çaresiz kalan diğer sistemlere karşı İslam’ın getirdiği bir çaredir.
Vakıf, İslam’a müslümana yakışan asil ve soylu bir iştir. İnsanlığın toplumun sigortasıdır. Başkalarına yardım etme ve faydalı olma fikrine dayanır. Dil, din, ırk gözetmesizin ihtiyaç sahibine uzanan yardım elidir.
Vakıf, insanlık tarihinin yüz akıdır. Müslümanlar bununla ne kadar iftihar etseler azdır. Faydalı olma duygusu ile gelişen vakıf, bilhassa Türk-İslam tarihinde insan anlayışının sembolü olmuştur. Müslüman Türk dünyasının iyilik, güzellik, şefkat abideleri ve içtimai yardım müesseseleri olarak asırlarca insanlığa hatta diğer canlılara da hizmet etmiştir. b) Vakfın Başlangıcı ? :
Tarihe baktığımı zaman İslam’dan önce Türklerde sosyal güvenlik faaliyetlerinin olduğunu görürüz. Mesela; Uygur Türklerinde vakıf kuruluşlarına benzer yardım kurumlarının olduğu bilinen bir gerçektir.
Destanlardan, kitabelerden anladığımıza göre Türk beyleri hep sade bir hayat yaşamışlardır. Mal biriktirme sevdasına kapılmamışlardır. Halka zaman zaman mallarını yağmalatmışlardır. Orhun Kitabelerinde açların doyurulması, çıplakların giydirilmesiyle övünülmüştür.
Oğuz Türklerinde ölenin mallarının fakirlere dağıtılma, hayvanlarının kesilip halka ziyafetler çekilme adeti vardır.
Türk tarihinde hep yardım etme ve faydalı olma fikri hakim olmuştur. Servetler zevk aracı yapılmamıştır.
Batı’da ise 19. yüzyıldan itibaren sosyal sigorta faaliyetleri görülmeye başlanmış, ilk defa da 1883 yılında Almanya’da sigorta işlemleri başlamıştır.
İslam tarihinde ise vakıf ilk İbrahim Peygamber zamanında görülür. İbrahim Peygamber Kabe’yi, insanlara vakfetmiştir. Daha sonra insanlığa son peygamber olarak gelen Hz. Muhammed zamanında canlı bir biçimde göze çarpar.
Hz. Peygamber Medine’deki yedi hurma bahçesinin hasılatını fakirlere, Fedek hurmalığını İslam Dininin müdafaası için Hayber hurmalığını üçe ayırıp birini ailesine ve muhacirlere, ikisini Müslümanlara vakfetmiştir.
Hz. Peygamber ilmi gelişmeler için Suffa açmıştır. Yatılı bölge okulu durumunda olan bu Suffa’da kalanların her ihtiyacını karşılamıştır. Hatta onlarla yemiş içmiştir.
Hz. Peygamber bir hadislerinde : “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydalı olandır” buyurmuştur.
Bir gün susuzluktan ölmek üzere olan köpeği sulayıp ölümden kurtaran kimseyi Peygamber, cennetle müjdelemiştir.
Bir hadislerinde de Kıyametin kopma sırasında elindeki fidanı dikecek kadar fırsatı olana onu mutlaka dikmesini ve yaş ağacın kesilmemesini tavsiye etmiştir.
Hz. Ömer (ra) yeni doğan çocuklara, kimsesizlere, şehit ailelerine ödenek ayırmıştır.
Peygamberin örnek olması ve tavsiye etmesi, Sahabe, Tabiin devrinde hayır ve faydalı olma anlayışının yaşatılması, daha sonraki devirlerde vakfın devamını sağlamıştır.
Vakıflar, Allah’ın emirleri ve Peygamberin teşvikinden doğmuştur. Geçmişteki uygulamalara bakarsak tamamen Allah rızası kazanma ve faydalı olma arzusuna dayanır. Hayır eserlerinin çoğunda “Rızaenlillah” yazılıdır. Yaptıranın adı yoktur. Amel defterinin kapanmasını istemeyen, ölümsüzlüğü malda değil, ruhta arayan iman sahiplerinin hayır işi olarak günümüze kadar gelmiştir.
c) İnsan Anlayışımız :
Türk kültüründe insana hiçbir milletin kültüründe verilmeyen önem verilmiştir. Türk tarihinde insan, seçkin bir varlık olarak ele alınmıştır. Kutsal bir varlık olarak insana gereken önem verilmiştir.
Diğer kültürlerde dil, din ve ırk ayrımı yapılarak, insan aşağılanırken, Türk kültüründe insan hep saygı gören bir varlık olarak muamele görmüştür. Daima korunmaya, yüceltilmeye çalışılmıştır. İnsanın kendini alçaltmaması sağlanırken başkaları tarafından da alçaltılmaması için tedbirler alınmıştır. Mesela, kötüler, kötülüğe yönelenler, başkalarını kötülüğe teşvik etmeye yeltenenler, şiddetle cezalandırılmıştır. Böylece insanın alçalmasına imkanlar ölçüsünde müsaade edilmemiştir.
Büyük Selçuklu sultanı Melikşah devrinde yoksulları, ilim adamlarını ve sakatları korumak için devlet bütçesine bugünün parası ile 360 milyon lira ödenek konmuştu. Harbiye Nazırı Tacül Mülk bir gün sultana :
– Bu ödenek ordu bütçesine eklense idi, Bizans suralarını açmak mümkün olurdu.” Demişti de, sultan Melikşah şu cevabı vermişti :
-İnsanların korunması Bizans surlarını açmaktan daha önemlidir.”
Halbuki İstanbul’un fethi, her sultanın her padişahın vazgeçilmez arzusu olmuştur.
Feth eden komutan ve askerleri övülmüştü. Ama insan sevgisi daha ağır basıyordu. Selçuklular zamanında insanın korunması ve doyurulması, Bizans surlarının aşılmasından daha önemli görülmüştür. Fakirlerin listesi yapılmıştır, servet sahibi kimseler servetini insan yararına harcamışlardır.
Osmanlılar zamanında aşevleri, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, musluklar, sebilleri sarınçlar, odalar, şifa yurtları hep insanın yüz akı eserler olarak hizmet vermiştir. Yetimlere, dullara, ihtiyarlara ve sakatlara maaş bağlanmış, zayıf himaye görmüş, ayrım gözetilmeden zekat, sadaka ve hayır dağıtılmış, zenginler borcunu ödeyemeyen fakirlerin borcunu ödemiş, borç yüzünden hapse girenler kurtarılmış, sakatlar, hastalar, düşkün kimseler, sürekli yardım görmüştür. Evlenme çağındaki yoksul kızlara çeyiz hazırlanmış, evlerde hizmetçilik yapan kızların kırdığı tabakların, bardakların ücreti ödenmiş, hastaların tedavi giderleri karşılanmış ve çalışamadığı süre içinde maaş bağlanmıştır. Ağaçların bakımı, dikimi, kuşların hayvanların, mezarlıkların bakımı ihmal edilmeden sürdürülmüştür. Yani hayır hasenat insana, hayvana, ağaca, ölüye, diriye şamil olmuştur. Bu yüzden Osmanlı toplumunda aç yoktur, dilenci yoktur, hırsız yoktur. Günlerce para harcamadan, emniyet içinde gece-gündüz ülkenin bir ucundan öbür ucuna yolculuk yapılabilmiştir. Bu olayı bizzat yaşayan yabancı seyyahlar yazmıştır.
Burada iki ayrı toplumun uygulamasını sunmak istiyorum. Bunlardan birincisi, Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetinden bir bölüm :
“Ben ki İstanbul Fatihi Abduaciz Fatih Sultan Mehmet. Bizatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde bulunan beş dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki : Bu gayri menkulatımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağında ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler, bu sokaklara tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dokelerki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabib ve 3’de yara sarıcı tayin ve nasbeyledim. Bunlar ki, ayın belirli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilaistisna her kapıyı vuralar o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise ve şifa orada mümkün ise şifayap olalar. Değil ise kendilerinden hiçbir karşılık beklenmeksizin Darülacezeye kaldırılarak orada salah buldurulalar.” “Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile, bunlar ki hayvanatı vahşiyelerin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda Balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar”
İkincisi de : Yıl 1982 Nisan ayı. Daha evvelki anlaşmalara göre İsrail, Sina çölünü Mısır’a terk ederken yapmış olduğu yer altı ve yerüstü yapıların hepsini yakmış, yıkmış ve imha etmiştir. “Ben çöl aldım, çöl teslim ederim” demiştir.
Kıtalardan, çöllerden çekilen atalarımızı insanlık, hiçbir şeye zarar vermeden çekildiğini seyretmiştir. Bugün bazı ülkelerin Osmanlı özlemi boşuna değildir.
d) Yardımın Önemi :
Cenab-ı Allah Kur’an’da :
“Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz, Her ne sarf ederseniz şüphesiz Allah onu bilir. “(Al-i İmran Suresi : 92)
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun; öğütlerini dinleyin, emirlerine itaat edin, hayır için harcayın. Nefisleriniz için hayır yapın. Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa işte onlar azaptan kurtulanlardır.” (Teğabün suresi : 16)
Buyurarak varlık sahiplerine insanı koruma ve kollama görevini vermiştir. Hayır severlik, Türk İslam düşüncesinin gereğidir. “Sen çalış, ben yiyeyim”, “Biri leğen tutuyor, diğeri kusuyor” sözlerinin müşahhas örneğine dayanışmacı Türk kültür hayatında rastlamak mümkün değildir. Çünkü İslam’ın telkin ettiği hayat anlayışı, kendi hayatını istediği şekilde yaşamak, zenginin malını dilediği gibi saçıp savurmak şeklinde değildir. Kimse malını “mal benim değil mi” düşüncesiyle israf etme hakkına sahip kılınmamıştır.
İslam’da kuvvetliler yaşar, zayıflar yok olur düşüncesi yoktur. Aksine insanların ihtiyacını gidermek, malla yapılan ibadet sayılmıştır.
İnancımıza göre insana yardım etmekle zengin, malın şükrünü eda etmiş olacaktır. Zira mal bir emanettir. Belirli bir zaman içinde insanları sınamak için verilmiştir. Varlık sahibi insan, mal benim deyip israf edemez, dilediğince harcama yapamaz. Zenginin malında fakirin hakkı vardır. İnancımıza göre tek başına huzur aramak, malı cimrilik edip başkalarına faydalandırmamak İslam’ın ruhuna terstir. İslam Dini inananları kardeş ilan etmiştir. Peygamberimiz “İnsanlara merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurmuştur. Ayrıca inancımızda çıkar karşılığı yardım olmaz. Karşılık bekleyerek yapılan iyilik, iyilik değildir. İşe yaramaz bir şeyin başkalarına verilmesi de hayır olmaz. Bir şeyler isteyip el açana “hayır” diyemeyip vermek zorunda kalındıysa, bu yardım değildir. Gerçek yardım, istetmeden ihtiyacın tam olarak giderilmesidir. Gösteriş için yapılan yardımların karşılığı Allah’tan beklenemez. İstemeyenler aranıp bulunacaktır.
Türk – İslam geleneğinde sadaka ve zekatın dışında (Karzı hasen) karşılıksız yardım vardır. Ev yapana, düğün edene, sünnet yapana, okuyana, askere, iş kurana yardım yapılır. Kurban eti üç parçaya bölünür. Ölen için fakir fukara yedirilir içirilir. Ölen için hayır yapılır. Allah rızası için açılan hiçbir el geri çevrilmez. Çünkü islamda faydalandırmak esastır. Yakın zamana kadar inancımızın süsü sadaka taşlarını başka bir dinde başka bir toplumda görmek, göstermek mümkün değildir. Hatta hayal etmek bile düşünülemez. Koyan el bilinmez, alan el belli değildir.
Yusuf Has Hacip : “Eğer uzun ömürlü olmak istersen cömert ol, yabancıya ikram et, yedir, içir, iyi muamele et.” demiştir.
Cimrilik dinimizde kınanmış ve yasaklanmıştır. Şeytan insanı fakir düşmekle korkutarak cimrileştirir. Mescit kuşu Salebe’yi ve daha nicelerini mal fitnesi ve cimrilik helak etmiştir.
Peygamberimiz ilk Cuma hutbesinde : “Yarım hurma ile de olsa cehennemden kendini korumaya gücü yeten hemen o hayrı işlesin” demiştir.
İslam, vaat etmemiştir. Çözüm getirmiştir. Müslümanı cömertliği ölçüsünde Müslüman saymıştır. Bencillik ve egoizm yerine paylaşmayı emretmiştir. Ensarla Muhacirlerin arasındaki kardeşlik ve dayanışma örnek teşkil eder.
Çevreci geçinenlerin kulakları çınlasın… Bugün bazılarının sevdiği gibi insan lafla sevilmez. Lafla peynir gemisi yürümez.
e) İnsanın Korunması Fitnenin Önlenmesi Esastır :
Vakıfta gaye, İnsan şahsiyetinin, insan haysiyetinin korunmasıdır, geliştirilmesidir.
Manevi hayatımızda insan kutsaldır. İnsana ait ne varsa her şey kutsaldır. İnsan için yapılan fedakarlıklar ibadet sayılırken, insana yönelik zulüm, sövmek, insanı hakir görmek, ardından dedikodu etmek, iftira atmak, insanı öldürmek yasaklanmıştır.
Peygamberimizin naklettiğine göre Kıyamet günü Allah şöyle buyuracak :
-Ey insanoğlu, hastalandım beni ziyaret etmedin
Kul diyecek ki :
-Seni nasıl ziyaret edebilirdim ? Şanı yüce Allah buyuracak :
-Bilmiyor muydun ki, falan kulum hastalanmıştı da ziyaretine gitmedin. Eğer onu ziyaret etseydin beni ziyaret etmiş olacaktın.
Yine Allah buyuracak :
-Ey Ademoğlu, acıktım da beni doyurmadın
Kul derki :
1. Ay Allah’ım seni nasıl doyurabilirdim ? Sen alemlerin Rabbisin.
Allah buyurur :
1. Bilmiyor musun ki, falan kulum senden yiyecek bir şeyler istemişti de vermemiştin. Eğer yoksulu doyurmuş olsaydın şimdi benim rızamı onun yanında bulacaktın.
Allah tekrar buyurur :
1. Ey Ademoğlu, senden su istemiştim, bana su vermedin ?
Kul derki :
1. Sen varlık aleminin Rabbisin sana nasıl su verebilirdim ?
Allah buyurur :
– Falan kulum senden su istemişti de ona su vermemiştin. Eğer ona su vermiş olsaydın, şimdi onu yanında bulacaktın.
Yunus Emre : “Yaratılanı severin yaratandan ötürü” derken, Halife Ömer, fakirin yiyeceğini sırtında taşımıştır. Melikşah, zulüm gördüğünü iddia eden birini yakasına yapışmasını istemiştir. Alparslan ihtiyaç sahiplerine maaş bağlamıştır. Osmanlı devlet adamları tebdil kıyafet gezip ihtiyaç sahiplerini tespit etmişleri varsa zulüm onu önlemişlerdir : “Allah’ın kullarına zahmet çektirmek olmaz” demişlerdir. İnsanlığın yararına daha çok eser bırakabilmek için yarış etmişlerdir. Miras bırakma yarışı yapmamışlardır.
Allah iyiliği emretmiş, kötülüğü yasaklamıştır. İyiliği emretmeyi, kötülüğü yasaklamayı, müslümana görev vermiştir. İnsandan insanı sorumlu tutmuştur. Gerektiğinde elle, dille, kalple kötülüğe karşı çıkmayı imanın gereği saymıştır.
Varlık sahipleri görevlerini yapmazsa, insan alçalır. Ülke genelinde dilencilik, hırsızlık artar. Zina çoğalır. Gayri meşruluk meşrulaşır. Faizciye, tefeciye gün doğar. Zulüm artar, insani duygular körelir. İnsan katılaşır; şefkat, merhamet ve fedakarlık duyguları unutulur. Herkes kendi hayatını yaşar, kendi derdine düşer. f) Vakıf Ruhuna Muhtacız :
Yardım, dayanışma, ikram etme gibi duyguların iyice zayıfladığı, insanın insanı değil, insanın kendini düşündüğü günümüzde vakıf ruhuna muhtacız. Başkalarının derdini kendi derdimiz saydıracak inanca muhtacız…
Ata yadigarı eserlerin geçmişte verdiği hizmete muhtacız… Sebile muhtacız… Hayrat hasenata muhtacız… İnfak etmeye de muhtacız…
Batı kültürünün etkisi ile sebil toplumundan rezil toplum haline geldik. Yardım etmeyen, cömert davranmayan kınanırken, şimdi bencil toplum haline geldik. Hayır hasenata garip bakılıyor. Hanlar, kervansaraylar, eğlence yerleri, kumarhaneler olmuştur. Eski kiliseleri tamir edelim derken vakıf eserlerimiz kaybolup gitmiştir. Atalarımız yapmış, biz devam ettirememişiz.
Daha dün sebil edilen servetler bugün çarçur ediliyor. İnsanın huzur ve mutluluğu için boş lafı, insandan daha çok sevilen kedileri, köpekleri bırakıp önce insanı sevmeliyiz. Bunu yapacağımız fedakarlıklarla ispatlamalıyız.
Her şey insan içindir, insanın mutluluğu için bir vasıtadır. Herhalde insan, çevre ve çevredekilerden daha az değerli değildir.
İslam “önce insan” der. Her şey insandan geçer. İstenirse toplum hayatımızı, sevgi ve dayanışma ile cennete çevirebiliriz.
Toplumdaki zenginle fakir arasındaki uçurumu giderip kini, nefreti sevgiye saygıya dönüştürebiliriz.
Vakıf ruhu, bizim toplumumuzda mevcut. İstenirse ve önü açılırsa, vakıf hizmetleri devam edecektir. İnsanımıza hedef gösterilmediği gibi zaman zaman önü kesilmiş, vakıf hizmeti görmek suç sayılmış, hayır anlayışı cezalandırılmıştır.
Bugün kendi imkanları ile ve hayır seven insanımızın desteği ile insana hizmet etmeye çalışan, canla başla çalılan sınırlar ötesinde, okyanuslar ötesinde hizmet veren kardeşlerimiz vardır. Allah yardımcıları olsun, Rabbim hizmetlerini daim etsin.
g) Vakıfların İfa Ettiği Görevler :
Vakıf düşüncesi, asırlarca İslam toplumunu ayakta tutan dinamiklerden biridir. Allah, iyiliği yardımlaşmayı insana faydalı olmayı emreder.
Vakıf ruhunda insan sevgisi vardır. Temelinde hayır duygusu yatan vakıflar, varlık sahiplerine yük yüklemiştir, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılama sorumluluğu vermiştir.
Hatta devletin ulaşamadığı yerlere ve kişilere vakıflar ulaşmış, devletin yapamadığını vakıflar yapmıştır. Vakıflarımız gördüğü vazifelerde, kadın-erkek, Müslim-gayri Müslim arasında, ırklar, mezhepler, tarikatlar, ibadet eden etmeyenler arasında hiçbir ayrım yapmamıştır. Kim olursa olsun hayır hizmetlerinden herkes eşit ölçüde yararlanmıştır. Böylece vakıflarımız ve verdikleri hizmetler sosyal barışı sağlamış, insanları birbirine yaklaştırmıştır. Kötülüklere karşıda, koruyucu aşı gibi olmuştur.
Ecdadımızın bu şekilde yapmaya sevk eden güç, inançları gelenekleri ve ilahi rıza idi.
İnancımızda hayır, iyilik yapmak, zekat, sadaka vermek, karşılıksız vermek dini vecibedir. Şefkat ve merhametleri yalnız insanlara şamil olmayıp hayvanlara ve bitkilere de şamildi. Zira onları da Allah yaratmış ve onlarında merhamete şefkate ihtiyacı vardı. Hayvanlara eziyet günahtı, “Yaş kesen baş kesmiş olurdu.”
Hayvanlara fazla yük yükletilmez. Kuşçulardan kuş satın alınarak azad edilir. Kuşların yuvaları bozulmaz. Özellikle kuş evleri yapılır. Sakat, hasta hayvanlar korunurdu. Kediler, köpekler için bile şifa evleri açılmıştı.
Bu görevlerin yapılabilmesi için vakıf kurulurdu. Ödemişte halen kurulu olan vakıf faaliyet halindedir. “Hacı Bayramlar” adı ile faaliyet gösteren vakıf sakat leyleklere bakıyor” (Zaman 12.20.1992)
Ayrıca Gurebahane-i Laklakan adı ile Bursa’da da bir vakıf kurulmuştur.
Osmanlıda, Selçukluda sokakta gezen kedi köpek yoktur, her kasap durumuna göre belirli sayıda kedi-köpek beslemek zorundadır.
Hayrı bizzat yapamayanlarda hayra vesile olurlardı. Çünkü peygamberimiz : “Bir iyiliğe sebep olan o iyiliği bizzat işlemiş gibi olur” buyurmuştur.
Müslüman-Türk Toplumunda Vakıflar Şu Gayelerle Kurulmuştur :
- Dini ihtiyaçlar için Vakıflar :
- Kur’an, tefsir, fıkıh, hadis gibi İslami ilimlerin öğrenimini temin için
- Cumalarda ve Ramazan aylarında devamlı vaaz edilmesini sağlamak için,
- Ramazan günleri akşam namazından önce camide iftar için hurma zeytin temini,
- Ölmüş kimsesiz, fakir Müslümanların cenazelerinin kaldırılması ve onlar için Kur’an, mevlid okutulması,
- Cami, Mescid ve Kur’an kursu yaptırmak için,
- Kabristanların bakımı ve tamiri için kurulan vakıflar.
- Sosyal Yardımlar için Vakıflar :
- İmaret, hastane, eczane, sebil, kervansaray, kütüphane, medrese ve odaların giderlerini karşılamak için,
- Yolların tamiri, köprü yapımı ve su getirtilmesi için,
- Fakir çocukların sünnet ettirilmesi, evlenme çağına gelenlerin evlendirilmesi, borcunu ödeyemeyenlerin borçlarının ödenmesi için,
- Hastaların bakımı ve tedavilerinin sağlanması,
- Esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması için kurulan vakıflar.
- Vatanın savunulması, ordunun bakım ve donatımı, kale yapımı gayesi ile kurulan vakıflar.
- Hayvan ve ağaçların korunması için kurulan vakıflar:
- Ağaçların dikilmesi, budanması ve sulanması için,
- Meraların sulanması, korunması için
- Kuşlara yem temini için
- Hasta hayvanların tedavisi için kurulan vakıflar.
Vakıf Hizmetleri genel olarak şu şekilde idi :
- Sünnet ettirilemeyen fakir çocukların sünnet ettirilmesi ve evlenme çağına gelen yoksul, kimsesiz gençlerin evlenme masraflarını karşılayan vakıfların da olduğunu söylersek, vakfın ne derece yaygın hale geldiği daha kolay anlaşılacaktır sanırız.
- Rumeli Kazaskeri Esad Efendi, 1845’te iki vakıf kurmuştu : Biri evlenme çağındaki fakirlere çeyiz temin ediyor, diğeri de kenar mahallelerdeki sokakların tamiri ve bakımı için giderleri kaşılıyordu.
- Çanak, çömlek, testi, bardak… gibi şeyleri karıp da ustalarından veya efendilerinden dayak yemekten korkarak ağlayan çırak ve hizmetçilerin zararını telafi için vakıf.
- Sokağa atılmış, sahipsiz kedilere ciğer temin eden vakıf
- Sivas’ta kışın kardan ve buzdan dolayı yiyecek bulamayan kuşlar için yem vakfı – Kütüphane araştırması yapanlara kalem ve kağıt temin eden vakıf.
- Hizmetçi kızların kırdığı tabakların tazmin edilmesi, böylece şahsiyetlerinin incitilmesinin önlenmesi
- Bayram günlerinde şehir ve kasabalarda top atılarak çocukların sevindirilmesi
- Yoksul kızlara çeyiz verilmesi ve düğünlerin yapılması
- Çalışamayacak kadar yaşlanan ya da sakatlanan kişilere yardım için fonlar kurulması
- Borçları yüzünden hapsedilenlerin borçlarının ödenmesi
- Hamallar için “dinlek” taşları yapılması
- Alış-veriş edenlerin aldatılmasını önlemek üzere çarşı ve pazarlara ölçek ve kantarlar konulması
- Et fiyatlarının kış aylarında yükselmemesini sağlayacak tedbirler alınması
- Kış aylarında kuşların beslenmesi
- İlkbaharda gelen leylekler için yuvalar hazırlanması, kırılan ayaklarını tedavi edecek imkanın sağlanması
- Islah edilmiş koyunluklar kurulması
- Yaşlı hayvanlar için otlaklar ayrılması
- Yollarda ve mezarlıklardaki ağaçların bakımı
- Çalışamayan yaşlılar ve sakatların bakımı
- Sadaka Taşları
- İhtiyaç sahiplerine akşam karanlığında yemek götürülmesini temin eden vakıflar.
Vakıf eseri bırakmadan ölen bir büyüğümüz olmamıştı. Şu anda yürüdüğümüz yollar, içtiğimiz sular, geçtiğimiz köprüleri istifade ettiğimiz her şey onların eseridir. Onların hepsine minnettarız, hepsinden Allah razı olsun. Sadaka-i cariyeleri kıyamete kadar devam etsin. Hoca Sadedin Efendi’nin Tacü’t Teravih adlı eserindeki kayda göre, Orhan Gazi, Bursa’da yaptırdığı Cami yanında yoksullar ve bilginler için gerekli tabhane, ribat ve imaret yaptırmıştır. Ayrıca öğrencilerin kalacağı odalar yapılmış, kurulan vakıftan öğretmen, öğrenci ve yoksullara, imarette çalışanlara maaş bağlanmıştır.
Melikşah, yoksulların, sakatların listesini tutturdu. Gayri Müslimlerin fakir olanları da bu listeye dahil edilir, onlar da yardımdan mahrum edilmezdi.
Alparslan, ihtiyaç sahiplerine maaş bağlar, yoksulları korurdu. Ramazan aylarında yoksullara maaştan ayrı bir de sadaka dağıtırdı. Bu yardımlar yapılırken ayrıcalık yapılmaz. Kimsesiz çalışamayan sakatlar, aş evlerinde karınlarını doyururdu.
Osmanlı Padişahları da aynı geleneği devam ettirdiler. İnsan yararına eser bırakmadan ölen Osmanlı devlet adamı olmadı. Tebdili kıyafet edip halkın arasına girerler, dertlerini dinlerler ve şikayet konusu olan aksaklıkları giderirlerdi.
Üçüncü Selim bir gün tebdil gezmiş, saraya dönünce sadrazama şunları yazmıştır : “Bugün tebdil gezerken halkın fırınlarda toplandığını gördüm. Biri : “yiyecek ekmek bulamıyoruz” diyordu. Vicdanım titredi. Derecesiz müteessir oldum. Bunun çaresini tez elden bakasın. Milletime, ibadet ehline zahmet çektirmek bize layık değildir. Ben ve sen onlar sayesinde hükümran oluruz. Bizim nimetimiz onlardır.”
Dünya üzerinde pek çok devlet adamı ve saltanat ailesi gelip geçmiştir. Fakat içlerinden hiç birisi Osmanlılar gibi bazı özel hasletlere sahip değildirler. İşte ilk Osmanlı padişahlarının adetleri :
Osman Gazi : Her üç günde bir aş pişirtir, yoksulları toplayıp yedirirdi. Çıplakları getirtip, sırtlarına elbise giydirirdi. Dul hatunlara dahi, sadaka vermekten hiç vazgeçmezdi. Orhan Gazi : Bir imaret yaptırdı. Yoksullar gelip, istedikleri an “aş” yediler. Tek dileği o yoksulların duasını almaktı. Ulemayı toplamak için de okul yaptırdı. Toplanıp ilim okudular ve okuttular. Çok sevdiği dervişler için de, ibadet ve ikamet edecekleri yerler yaptı. Nitekim “Geyikli Baba” Cami ve zaviyesi bunlardandır.
Muradı Hüdavendigar : Orhan Gazi’nin oğlu Hünkar’ın huyu ve adeti : Babası gibi O da çeşitli imaretler, medreseler ve camiler yaptırdı. Çok sevdiği Dervişlere, O dahi zaviyeler yapıverdi. Yenişehirdeki Postumpuş gibi… Hüdavendigar Gazi hangi şehirde olsa, Cuma günü namazdan sonra, yoksullara sadaka olarak para dağıtırdı.
Yıldırım Beyazıd Han : O da babası ve dedesinin yaptığı imaretlerden ziyadesini yaptı. Cami ve Mescidleri dahi, ziyadesiyle yaptırdı. Onlardan fazla olarak bir de (Ebu İshak) zaviyesi yaptırdı. Yıldırım Gazi dahi, her mübarek Cuma günü bulunduğu şehirde sadaka verirdi.
Çelebi Sultan Mehmed Han : Yoksullar için Bursa’da, bir büyük imaret yaptırdı. Bir de büyük medrese yaptırdı. Her yıl Mekke ve Medine fukarasına, çok mal gönderirdi. Kendi memleketinde, Medine yoksulları için birçok mülkleri vakfetmişti. Bulunduğu şehirlerde Cuma sadakasını da vermeyi ihmal etmezdi.
İkinci Murad Han Gazi : Bursa’dan sonra Edirne ve başka şehirlerde dahi, yoksullar için imaret ve Ulema için Medrese gönderirdi. Ankara bölgesinde, Balıkhisarı adlı büyük bir Subaşılığın köylerini; Mekke yoksullarına vakfetmişti. Bulunduğu şehirde her yıl 10.000 altını, kendi mübarek elleriyle Seyyidlere paylaştırırdı. Cuma sadakasını da, ölünceye kadar kesmedi.
“ Kanuni devrinde Vezir-i Azam Damad İbrahim Paşa yeni fethedilmiş Mısır’ı teşkilatlandırmak için Kahire’ye teftişe gitmişti. Şehirdeki bütün sakat, dul, kimsesiz, yetim ve fakirlerin listesini yaptırıp her birine maaş dağıttı; bu arada 1000’e yakın yetim, fakir çocuğa maaş bağlandı” ( Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi C.10, S.333)
1777’de elsiz ayaksız bir çocuğu olan bir İstanbulluya günde 10 akçe maaş tahsis edilmişti. (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi C.10, S.333)
Haseki hastanesi İstanbul’un en eski sağlık vakfıdır. Halen İstanbul belediyesi tarafından işletilmekte olan hastane Kanuni Sultan Süleyman eşi Hürrem Haseki Sultan tarafından yaptırılmıştır.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in oğlu Orhan Bey savaşa gitmediği zamanlar kendi yaptırdığı imarette yoksullara yemeği bizzat dağıtırdı.
Evliya Çelebi’nin Sokullu Mehmed Paşa vakfiyesindeki misafirhane ile alakalı vermiş şu malumat ne kadar güzeldir.
“…Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikram edeler. Fakat cihan yıkılsa geceleyin içerden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de hancılar tellallar gibi :
<< – Ey Ümmet-i Muhammed ! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır ? >> diye nidada bulunalar. Misafirler hep birden :
<< – Tamamdır. Allah Teala, hayır sahibine rahmet eyleye >> dediklerinde kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak ve :
<< -Gafil gitmeyin ! Dikkat edin, Yolunuzu kaybetmeyin ! Tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin ! Yürüyün, Allah kolay getire !… diye dua ve nasihat ile uğurlayalar.”
Bir mü’minin ruhi derinliğini gösteren Es’ad Efendi’nin şu vakfiyesi de, ne kadar ilginçtir.
“Kıymetli ve hayırsever devlet adamlarının geçmediği ve geçmeyeceği sokaklara ve iskelelere yerleşmiş olan son derece yaşlı ve fakir kimselere veya bir hastalık sebebiyle iş yapmaya kudreti olmayan acizlere odun, kömür ve diğer ihtiyaç maddeleri tedarik edile ! Kimsesiz ve yoksul kız çocuklarından evlenme çağına gelenlerin de çeyizleri alına !” Batılı seyyah Hunke’nin Müslüman hastanesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan aldığı şu bölümler, vakıf hassasiyetinin gönülleri saran ne kadar bariz bir misalidir :
“Babacığım ! Benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem, hastaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye de beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel ! Canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor. Bizleri tedavi edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadan önce gel beraber yiyelim !
Hastanelerde fakirlere ilaç ücretsizdi. Sadece duvarda : “İhtiyacı olmadan ilaç alanın Allah derdini artırsın” uyarısı yeterli idi. Kimse ihtiyacı olmadan ilaç almazdı II. Beyazıd devri müelliflerinden Kantakasin klasik eserinde o devir için şöyle der : “Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri cami ve hastane yaptırmaktan geri durmazlar ve başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar yaptırırlar. Yollar, köprüleri imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri bizim senyörlerimizden daha çok hayır sahibidirler. Son derece misafir severler. Türk, Hıristiyan ve Yahudileri misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk karşısında yemek yemeyen bir adamla –adam Hıristiyan ve Yahudi bile olsa- yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar.
g) En Önemli sosyal Müesseseler :
Sosyal müesseseler, bir milletin sosyal yapısının, kültür sisteminin ifade şekilleri ve konuşan dilleridir.
Türk tarihinde topluma öncülük etmesi bakımından en büyük sosyal müesseseler padişahlar tarafından yapılmış, bunu diğer devlet adamları takip etmiştir. Bunun sonucu olarak Selçuklu ve Osmanlı topraklarının her yanı sosyal müesseselerle donatılmıştır.
Şimdi diğer toplumlarda hayal bile edilemezken Türk toplumunda bütün canlılığı ile görev yapan sosyal müesseselerden kısaca söz etmek yerinde olacaktır.
1- İMARETLER :
İlk İmaret, 1336’da Orhan Gazi tarafından İznik’te kuruldu. Aşık Paşazade tarihinde :
“Osman Gazi, ayda bir defa taam (yemek) pişirtip fakirlere yedirirdi. Yoksulları giydirirdi. Dul kadınlara verirdi. Orhan Gazi İmaret yaptı. Kim fakirler geleler her gün taam yiyeler.
Onun oğlu Gazi Hüdavendigar da imaret yaptı. Her Cuma sadakalar verirdi. Onun oğlu Beyazıt Han da imaretler yaptı ve Cumaları sadakalar verirdi.” denilmektedir. Orhan Gazi, yoksullara yemek dağıtmayı çok sevdiği için imaretin açılışında ilk yemek yemeye gelelere kendi eliyle yemek dağıtmıştır. Kayıtlara göre İstanbul’un fethinden önce İznik’ te 7, Bursa’da 28 tane imaret vardı. İstanbul’un fethinden sonra ilk imaret Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldı. Vakıf şartlarına göre imarette sabah akşam her gün iki defa yemek pişirilir ve 320 okka koyun eti kullanılırdı. Bu imarette günde binden fazla insan yemek yerdi. I. Murad’ın İznik’te yaptırdığı imaretten ise bir günde iki bin kişi yemek yiyordu. 1586’da Süleymaniye imaretinin bütçesi bugünkü para ile 238 milyon lira idi.
Seyyah Du Loir imaretlerden söz ederken şöyle der : “Bütün Türkiye’de “imaret” denilen misafirhaneler vardır. Bunlarda hangi dine mensup olursa olsun bütün fakirlere ihtiyaçları nisbetinde yardım edilir. İhtiyaçlarını söylemekten sıkılan fakirlerin sıkıntılarını misli görülmemiş bir alaka ve gizlilikle tahkik edip giderirler.”
“Bazı imaretlerde yabancı diyarlardan gelen misafirlere varışlarında 100, ayrılışlarında 300, Anadolulu fakirlere de 10 dirhem harçlık veriliyordu.” (Prof. Dr. O. Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi C.1, S.183)
Merhamet ve cömertliğin en büyük meziyet sayıldığı Türk topraklarında kurulan imaretlerde yoksullar ve misafirler arasında ayrım gözetilmeden herkes yemiş, içmiş ve her türlü ihtiyacı karşılanmıştır.
- HANLAR – KERVANSARAYLAR – ODALAR :
Mutlu dönemlerimizden kalma sosyal müesseseler arasında yer alan hanla, kervansaraylar ve odalar, toplumumuzun sahipsiz, dağınıklıktan uzak medeni bir toplum olduğunu gösteren delillerdir. Bu müesseseler tam bir teşkilat halinde yakın zamana kadar huzur kaynağı olmuştur. Konak, ikmal ve emniyet yerleri olarak her türlü ihtiyacın karşılandığı bu hayır müesseselerinde yerli, yabancı kim olursa olsun üç gün ücretsiz yer, içer, yatar, kalkar, hayvanların bakımı dahil bütün ihtiyaçları giderilerek misafir edilirdi. Zengin, fakir, Müslüman, Hıristiyan ayrımı gözetilmezdi. Büyük titizlikle herkesin emniyeti sağlanırdı. Akşam olunca kapılar kapatılır, herkes yatar, sabah olunca da herkes uyandırılır, eşyalar kontrol edildikten sonra kapılar tekrar açılırdı.
“Muhteşem kervansarayların Müslüman- Hıristiyan ve zengin-fakir farkı gözetmeden yaprıkları yüksek hayır ve insanlık hizmetleri hayranlık verecek mahiyette olup tarihte emsalleri yoktur. Bu yüksek medeniyet tesislerinde yolcuların ve ticaret kafilelerinin her türlü ihtiyacı meccanen görülürken insan ve hayvanların tedavisi için tabip ve baytarlar bulunuyor; yolcuların temizlenmesi için hamam, namaz kılması için mescid, fakirlere ayakkabı, hayvanların nallanması hep vakıf hesabınca sağlanıyordu. Yolcuların ekmek, et, yağ ve pirinçle yapılan yemekler, hastanın muayyen günlerinde verilen tatlıları vakfiye şartlarına göre idi.” (A.g.e. : C.2, S.183)
Seyyah Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, Osmanlıların sosyal hizmetlerinden bahsederken yol üzerlerindeki konaklama yerleri olan kervansarayları şöyle anlatır : “Akşama dek kervansarayın kapıları açık dururdu. Gün karardıkta kapılar kapanır, kapıcılar kapının arkasında yatarlardı. Gece bir yolcu geldikçe kapıları açarlar yolcuları içeri alırlar. Vakıftan hayvanlarına yem, kendilerine yiyecek çıkarırlardı. Ama içeriden dışarıya kimseyi çıkarmazlardı. Sabah olup kapılar açılmazdan önce bir görevli :
1. Ey Ahali ! Maldan, candan bir eksikliği olan var mı ? diye bağırır. Yolcular :
- Allah hayır sahibine hayatta ise selamet, ölmüş ise rahmet eylesin, bir eksiğimiz yok derlerse, kapılar açılırdı. Kervansaray görevlisi son olarak :
- Öyle ise buyurun ! Allah gidenlere selamet, kalanlara rahat versin. Ey yolcu kardeşim ! Yolunda durma, herkes ile yoldaş olma, yüzüne güleni dost sanma, Haydi Allah yardımcın, erenler yoldaşın olsun ! diyerek yolcuları uğurlardı.”
Bir Fransız yazarı, misafirhanelerin durumunu kısaca şöyle ifade eder : “Anadolu’nun en ücra köşelerinde gezmiş, hanlarda yatıp kalkmış olanlara sorun. Bir defa kim olursa olsun misafir oldu mu gerekli iyi muameleyi görür” (Fransız Akademisi üyesi Claude Farrare, Türklerin Manevi Gücü, Sayfa :16)
Giderleri devlet ve vakıflar tarafından karşılanan hanların ve kervansarayların yanında yolcuları barındıran odalar da vardı. Bunlar yolcuların ve hayvanların ihtiyaçlarını karşılayan bir konaklama yeri olarak vazife görürdü. Yolcu hangi saatte gelirse gelsin kapıyı açık, ışığı yakar yakmaz sıcak yemeği hazır bulurdu.
Başka toplumlarda bir benzerini görmemizin mümkün olmadığı bu odaların bir bölümü de hoş sohbetlerin yapıldığı, insanların kucaklaşıp dertleştiği ve meselelerin müzakere edilip tarihi kararların alındığı yerlerdi.
- HASTANELER :
Türk toplumunda insan sağlığına büyük önem verildiği için sağlık merkezlerinin kuruluşu ve çalıştırılması da titizlikle yürütülmüştür. Bunlardan bir kaçını örnek verecek olursak :
1217’de sivas’ta Darüşşifa (Şifa Evi) kurulmuştur. Burada hastalara verilen ilaç ve yapılan masraflar vakıflar tarafından, yetmeyen kısmı devlet tarafından karşılanırdı. Darüşşifaya gelemeyip de evlerinde yatan hastaların ayağına kadar gidilir, hastalar iyi oluncaya ve çalışmaya başlayıncaya kadar da ellerine harçlık verilirdi.
1399’da Yıldırım Beyazit Bursa’da, II. Murat Edirne’de Zamanında büyük hizmetler görmüş olan hastaneler yaptırmışlardır. Edirne’deki hastane daha ziyade cüzamlı hastalar içindi.
II. Beyazid’in Edirne’de yaptırdığı külliyenin en önemli bölümlerinden biri Darüşşifa idi. Göz hastalıklarına ait kliniği, akıl ve ruh hastalarına ait bölümü dünya çapında şöhret kazanmıştır. İki asır büyük hizmetler gören bu hastanede ünlü doktorlar görev yapmıştı. Bazı hastaneler müzikle tedavi edilirken bazıları da telkinle tedavi edilirdi. Hastalar için tam perhiz uygulanır ve en güzel yemekler çıkarılırdı. Eczanesinde ise fakirlere ücretsiz ilaç ve verilirdi. Padişahın fakir olmadığı halde ilaç alanların gerçekten fakir düşmesi için ettiği beddua eczanenin duvarına asılı olduğu için bu bedduadan korkulur, hiçbir yolsuzluk olmazdı.
İtalyan Ruh Hekimi Mongeri Pere, Türklerde insana verilen önemi ve bu uğurda yapılan hizmetleri övgüyle bahsederken derki :
“Bir memlekette insanlık, devletin halka gösterdiği ilgi ve hayır müesseselerinin bolluğu ile ölçülürse, İstanbul, Avrupa’dan üç asır önce bu insani hareketin öncüsü olmuştur. Zira fakir ve aciz evleri, dinlenme yerleri, deli şifa evleri takdire değer bir bilgiyle yapılmıştır.” (Ord. Prof. Rasim Adasal Psikozlar.37)
Bu konuda Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetnamesi akıllara durgunluk verecek nitelikte olup bugün bile önemini kaybetmediği gibi ihtiyacını duyduğumuz bir şekildedir. Vasiyetnamenin bir bölümü aynen şöyledir :
“Ben ki İstanbul Fatihi Abdü aciz Fatih Sultan Mehmet. Bizatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde bulunan beş dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki : Bu gayri menkulatımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağında ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler, bu sokaklara tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dokelerki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabib ve 3’de yara sarıcı tayin ve nasbeyledim. Bunlar ki, ayın belirli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilaistisna her kapıyı vuralar o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise ve şifa orada mümkün ise şifayap olalar. Değil ise kendilerinden hiçbir karşılık beklenmeksizin Darülacezeye kaldırılarak orada salah buldurulalar.
Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile, bunlarki hayvanatı vahşiyelerin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda Balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar”
“Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imarethanede şehit ve şühedanın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler, Ancak yemek yemeye veya olmaya bizatihi kendüleri gelmeyü yemekleri güneşin loş bir karanlığında kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.” ( Prof. Dr. Naci Bor)
İşte vasiyet böyle. Sanırız bu konuda fazla söz söylemeye lüzum yok.
4 – SEBİLLER :
Sebiller, hastalıksız Türk toplumunun canlılığına can katan, anlamı büyük hayır kurumlarından biridir.
Umuma ait yerlerde, bilhassa yol üzerlerinde devlet adamları ve zenginlerin yaptırdığı sabit sebillerin yanında bir vakıftan maaş alan veya sevap kazanma amacı ile sırtında su dağıtan sebilciler vardı. Bunlar ilahiler söyleyerek her susayana soğutulmuş su dağıtırlardı. Ayrıca sebillerde bayram, Cuma ve kandil günlerinde halka parasız şerbet dağıtılırdı.
Anayollar üzerinde hayrat olarak ayran dağıtanlara da çokça rastlanırdı. Türkiye’ye gelen bir Fransız seyyahı böyle bir şeyi hayatında ilk defa gördüğü için hafızası almamış, yolda ayran dağıtan köylünün deli olup olmadığını sormuştur.
Seyyah Du Loir, Seyahatnamesinde sebillerden söz ederken : “Bazı Türkler yol üzerlerinde hayrat olarak çeşmeler yaptırırlar. Şehir içerisinde de sebiller yaptırmışlardır. Herkes buralardan parasız su içebilir. Sebilhanelerde maaşlı çalışan memurlar vardır. Görevleri su isteyenlere su vermektir” der. (İ Hami Danişmend Eski Türk Ahlak ve Seciyesi : 90)
Türk toplumunda bugün bile su indirme büyük hayır işlerinden sayılır. Köyleri birbirine bağlayan yollar üzerinde yaptırılan musluklar, kışın temizlenerek doldurulan yazın hayvanların ve insanların su içtikleri sarnıçlar, mağaza ve dükkanların önüne konulan soğutucular hep sebil geleneğinin devamıdır.
5 – CAMİLER – MEDRESELER – KÜTÜPHANELER :
Her mahallede kerpiç evlerin arasında yükselen muhteşem camiler ve camilerin, görevlilerin masraflarını karşılamak için yaptırılan dükkanlar, ilmi ihtiyacı karşılamak için devlet adamları tarafından yaptırılan medreseler, cami ve medreselerin yanında kurulan kütüphaneler, kütüphanelerin idaresi ve kitapların korunması için kurulan vakıflar, Türk toplumunun sağlıklı bünyesinden doğan sosyal müesseselerdir.
Sınıfta Kaldık !.. :
Bugün insanlık, bilhassa Avrupa, Amerika sınıfta kalmıştır.
- Leş yiyicinin önünde ölmek üzere olan çocuğun resmini çekip, ödül almak için yardım etmeyi düşünmeyip stüdyoya koşan Medeni Avrupalı (!) geçenlerde çıldırarak ölmüştür.
- Bugün Afrikada 60 Milyon insan açlık sınırında ölümle pençeleşmektedir. Milyonlarca insan açlıktan ölüyor. Avrupa, Amerika bütçelerinin yarısını insanlığı yok eden silah yapımına harcıyor. Masum çocuklar, günahsız kadınlar, eli ayağı tutmayan ihtiyarlar ölüyor, kimin umurunda ? Sınıfta kaldık !…
- Zenginimiz lokantada içip içip tabakların üstünde tepiniyor, ceket yakıyor, kırdığı tabak başına para ödüyor, ceketi yakan garsona yakma ücreti ödüyor. Böylece zenginliğini ispata çalışıyor… Sınıfta kaldık !..
Esnafımız : “Acıma acınacak hale gelirsin”, “Merhametten maraz doğar” sözlerini çerçeveletip duvarına asmış, ihtiyaç sahiplerini görmüyor, onlardan rahatsız oluyor.
İnsanımız çok kazanma çok miras bırakma sevdasında. Gelsin de nereden gelirse gelsin. Helal, haram fark etmiyor. Sınıfta Kaldık… – Gıdasızlıktan, ilaç alamamaktan ölenler var,
- Kışı odunsuz, kömürsüz geçirenler var.
1. Her taraf dilenci dolu.
1. Gasp, hırsızlık, dolandırıcılık almış başını gidiyor
1. Zenginimiz yardımı düşünmüyor hortumlamayı düşünüyor… Sınıfta Kaldık…
Osmanlıdan sonra dram yaşanıyor. Koyan elin, alan elin belli olmadığı sadaka taşlarının ancak adını biliyoruz. O da birkaç kişi.
– Yollarda su, şerbet akıtan sebil toplumundan rezil toplum haline getirildik. Daha önce bütün canlılara yeten millet kendine yetemez hale gelmiştir. Yani Aziz millettik, zelil millet haline geldik… Sınıfta Kaldık…
Sakarya depreminde vakıflarımız harekete geçti çadırlar kuruldu, yardımlar başlatıldı. “Hayır, kapatın çadırları, durdurun yardımları” dendi. İnsanımız çamurdan, açlıktan ve çadırdan kurtulamadı. Misyonerlerin tuzağına düştü. Üç bin kadar insan Hıristiyan oldu. İmanını koruyamadı, ahlakını koruyamadı.
Buna sebep neydi ? Vakıfların yardım etmesi istenmedi. Sınıfta kaldık !…
İşin acı tarafı ecdadımız, dedelerimiz yaptı biz devam ettiremedik. Hatta onların yaptığı binaları bile koruyamadık. Kilise, havra restore ettik, tarihi binalarımız çürüdü, yıkıldı yandı gitti onları koruyamadık. Sınıfta Kaldık…
İşin kötüsü, köpek sevdik, maymun sevdik, kuş, balık ve yılan sevdik ama insan sevemedik. Birkaç ailenin gelirini evimize soktuğumuz hayvana harcadık, kapımızı çalan ihtiyaç sahibini kovduk. Sınıfta Kaldık…
Korkarım yarın ecdat bizden davacı olacaktır. Yakamıza yapışacak, benim eserlerimi niye yaşatmadın ? diyecektir.
Toplum olarak geçmişteki vakıfların verdiği hizmete muhtacız. Yalnız biz değil insanlık muhtaç, hayvanlar muhtaç, bitkiler muhtaç…
Son zamanlarda vakıf eserlerini bile yağmaladık. Allah’tan korkmadık. Ayakta tutmamız gerekirken harap olup gitmesine seyirci kaldık. Sınıfta Kaldık…
Atalarımız : “Üç Vav’ dan sakının” derlerdi.
- Vallahi’den,
- Vakıf malından,
- Vasiyetin yerine getirilmemesinden,
Süleyman peygamber, kuşları çağırmış ama bir kuş gelmemiş, Süleyman (as) kızmış. Kuş da ona demiş ki :
1. “Bak vakıf malından bir parça alırım, malının üstüne atarım, seni yakarım.”
Büyüklerimiz vakıf malının tozundan bile kaçarlardı. Biz hak gözetmedik, hukuk gözetmedik.
Sınıfta Kaldık !…
Bize düşen nedir ?
- Ecdat yadigarı vakıf eserlerinin korunması,
- Vakıf hizmetlerinin devam ettirilmesi
- Vakıf hizmetlerinin devamı için yeni vakıf eserlerinin kurulmasıdır
En güzel sadaka-i cariye vakfetmek ve vakıf hizmeti görmektir.