DEVLET ADAMINA İTAAT

Devletin varlığı ve bekası için, milletin devletine sahip çıkması ve yöneticilere itaat etmesi şarttır.

Devlet adamına itaatle beraber, devleti zayıflatma ve milleti devletten koparıp, düşman etmek oyunlarını milletin iyi bilmesi ve ona göre hareket etmesi gerekir. Ayrıca bu düşman oyunlarını bozmaya çalışmak her akıl ve izan sahibinin milli bir görevidir.

            Devleti, milleti yönetenlere de büyük görevler düşmektedir. Her şeyden önce davranışları, uygulamaları ile milletle devletin arasını açmamaya, milleti devletten soğutmamaya dikkat etmelidir. Halkın sevgisini güvenini kazanmalıdır ki, sözü dinlensin ve kendisine itaat edilsin.

            Başta İslam peygamberi olmak üzere, Müslüman ilim adamları, hatta mezhep imamları, devlet adamlarına, emir sahiplerine itaat üzerinde ısrarla durmuşlardır. İsyan etmeyi yasaklamışlardır.            

            Bununla beraber devlet adamının adil, bilgili, iyi niyetli ve dürüst kimseler arasından seçilmesi üzerinde de ittifak etmişlerdir. Kusursuz devlet adamına itaat etmeyi “vaciptir” demişlerdir. Yani devlerin zayıflayıp da yıkılmaması, milli birliğin bozulmaması açısından itaati gerekli görmüşlerdir. Buna göre halk yöneticilere itaat edecektir. Ancak uyarma görevini ve hakkı söylemeyi de asla ihmal etmeyecektir. Böylece millet huzurlu, devlet de uzun ömürlü olacaktır.

            a)Yöneticilere İtaat:

            Yüce Allah Kuran’da: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz Allah’a ve ahret gününe inanmışsanız onun halini Allah’a ve peygambere bırakın. Bu hayırlı ve netice itibariyle en güzelidir.”(1) buyurarak kendisine ve peygambere itaatten sonra yöneticilere itaati emretmiş, anlaşmazlıkların Allah’a ve peygambere bırakılmasının en güzel davranış olacağı bildirilmiştir.

İslam’ın yüce peygamberi de: “Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiş olur.

Kim benim emirime isyan ederse bana isyan etmiş olur.” (2)

“Ey Ashabım! Valilerinizin, kumandanlarınızın emirlerini dinleyiniz. Onlara itaat ediniz; üzerinize tayin edilen vali, başı siyah kuru üzüm gibi saçlı Habeşli bir köle olsa bile.” (3) buyurarak yöneticilere itaat etmeyi emretmiştir. Bu konuda İslam tarihinde güzel örnekler vardır:

Hz. Ömer, ordu ġam’da iken bir mektupla Halid b. Velid’i kumandanlık görevinden alıp Ebu Ubeyde’yi kumandan tayin etmiştir. Bu olay üzerine Halid b. Velid ve arkadaşları en ufak bir tereddüt ve kırgınlık göstermeden Ebu Ubeyde’ye itaat etmişler, gayretlerinden hiçbir şey eksiltmeden savaşa devam etmişlerdir.

Hz. Ebu Bekir de peygamberin vefatı üzerine halife seçilince, halkın kendisine itaat etmesini istemiştir. Yaptığı konuşmanın sonunda: “Allah’a ve peygambere isyan edersem sizin bana itaat etmeniz gerekmez.” demiştir.

 Yöneticileri, yöneticilerin görevlendirdiği memurları sevsek de sevmesek de kötülüğü emretmedikçe, kendisi de Allah’a ve peygambere isyan etmedikçe onlara itaat etmek gerekir. Hz. Osman: “Allah Kur’an ile yasak etmediğini sultan ile yasak eder.” diyerek itaat etmenin gereğine işaret etmiştir.

Hepimiz biliriz ki, Uhut savaşında İslam ordusu büyük bir üstünlük sağladığı halde okçuların verilen emre itaat etmemesi yüzünden savaşın seyri değişmiştir. Müslümanlar büyük kayıplar vermişlerdir.

b) Mutlak İtaat mi?

Toplumun birlik ve beraberliği, düzen ve asayişi için başa geçenlere itaat emredilmiştir. Ancak Allah’a isyan sayılabilecek ve milleti yok oluşa götürecek olan davranışlar karşısında itaat gerekmediği de bildirilmiştir. Örnek olarak da Musa peygamber Firavun’a, İbrahim peygamber Nemrut’a,  İslam peygamberi Hz. Muhammed de cahiliye adetlerine, Ebu Cehil’e, Ebu Leheb’e uymamış, itaat etmemiştir.

Bu konuda sevgili peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Üzerinize önder seçilen kimse size dinin kötü ve haram saydığı şeyleri emretmedikçe ona itaat etmek vaciptir.” (4)

“Müslümanların vazifesi, Allah’a isyan teşkil eden bir şeyle emredilmedikçe, ister istemez dinlemek ve itaat etmektir. Lakin Allah’a isyan teşkil eden bir hususla emrolunduğunda ne dinler ve ne de itaat eder.” (5) 

“İdarecilerin hayırlısı sizi seven ve sizin tarafınızdan sevilenlerdir. Siz onlara dua edersiniz, onlarda size dua ederler. İdarecilerinizin en şerlisi, sizi sevmeyen ve sizin tarafınızdan sevilmeyen, size lanet eden, sizin de kendilerine lanet ettiğiniz kimselerdir.”  Deyince peygamberimize oradaki bulunanlar sorar:

-“ Ey Allah’ın elçisi: Onlarla münasebeti keselim mi?” Peygamber iki defa:

-“Hayır, sizinle namaz kıldıkları müddetçe onlara itaat ediniz.” Buyurmuştur. (6) Kuran’da da bize emredilen şudur:

“Yeryüzünde fesat çıkaran, dirlik ve düzeni bozan, aşırı hareket edenlerin arzularına uyma.”

(7)

Özetlersek kayıtsız şartsız, mutlaka itaat diye bir şey yoktur. İnkârcıya, bozguncuya, fesatçıya itaat olmaz. Ancak Allah’a ve peygambere isyan, millete ihanet etmediği müddetçe kim olursa olsun yöneticiye itaat gerekir. Çünkü devlet adamına ve devlete yapılan isyan, fitne ve fesada yol açar. Bu durum da kargaşa ve anarşi kapısını aralar. Bu durumdan da ancak o milletin düşmanları yararlanır. Devlet ve devlet adamına itaat ise, devlet- millet işbirliğini ve milletin birlik-beraberliğini sağlar. Milleti iç ve dış düşmanların fitne ve fesadından korur. Türk milletinin büyüklüğünü, Osmanlı imparatorluğunun gücünü İngiltere büyük Elçisi Ricault XVII. asırda şöyle ifade etmiştir: “Yeryüzünün en büyük bölümüne hükmeden Türk imparatoru, milleti tarafından çok sevilir. Türkler, padişah’ın mensup olduğu Osmanlı hanedanına adeta kutsallık izafe eder. Hıristiyan milletler, Türklerin bu davranışlarını örnek almalıdır. Bu kadar büyük imparatorluğun dağılmadan korunabilmesinde şüphesiz hükümdarlarına ve hanedanlarına gösterdikleri saygının önemi büyüktür. Türklerin terbiye sistemleri de siyasetlerinin dayanaklarından birini teşkil eder. Bu derece azametli imparatorluk kurup yaşatabilmelerinin diğer sırrı da cemiyet düzenlerinin bizdeki gibi asalete dayanmamasıdır. Türk toplumunda her vatandaş eşittir, şahsi kabiliyeti derecesinde hükümdarlık hariç akla gelebilecek her makama yükselebilir. Meziyet servetten üstün tutulur.” (8)

c) Fitneye karşı Uyanık Olmak:

Millet olarak diğer milli meselelerimizde uyanık olacağımız gibi fitne konusunda da çok dikkatli ve uyanık olmalıyız. Bugün zihinleri bulandıran, halkla yöneticileri karşı karşıya getiren yanlış ifadeler, düşünceler ve yorumlar vardır. Bunları burada ele almanın yararlı olacağını zannediyorum:

Bu yanlışlıklardan biri Kuran’daki bir ayetin yanlış yorumlanmasıdır. Bu “ Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir.” Ayetidir. (9) bu ayetin anlamı verilirken peygamberin, ashabının, gerçek din âlimlerinin görüşlerine başvurmadan açıklama yapılmaktadır. Bu durumda devlete ve devlet adamına itaati yıkmakta diğer taraftan insanımızın birbirine düşmesine neden olmaktadır.

Bu ayeti, ilk hariciler yanlış yorumlayarak, Hz. Ali ve arkadaşlarını küfürle itham etmişlerdir.

Hâlbuki bu ayet, Yahudiler hakkında nazil olmuştur. İbn-i Abbas Yahudilerin Tevrat’taki ahkâma ait ayetleri gizlemeleri sebebiyle küfre girdiklerini belirtmiştir.

Müfessirlerden Razi, Elmalı, Ömer Nasuhi, Vehbi Efendiler de bahsedilen ayetin ve sonraki ayetlerin, Tevrat’ın hükmünü gizleyen, değiştiren Yahudiler için indiğini ifade etmişlerdir. Bozguncu çevrelerin dillerine doladığı ve dikkatli olunması gereken diğer bir husus da Türkiye’nin Darul Harp midir? Yoksa Darül İslam mıdır? Yani Türkiye İslam ülkesi midir?

İslam ülkesi değil midir? Tartışmasıdır.

Tabii bu tartışmaların ardından Türkiye’de Cuma namazı kılınır mı, kılınmaz mı? Türkiye de günah işlemenin hükmü nedir? Haram ve yasakları çiğnemenin mahsuru var mıdır? Yok mudur? Devlete itaat edilir mi, edilmez mi? devlete vergi verilir mi, verilmez mi? Gibi birçok tartışma konusu gündeme gelmekte birlik beraberliğimiz bozulmaktadır. Halkımızla devletimiz karşı karşıya getirilmek ve fitne ortamı oluşturulmak istenmektedir. Bu tartışmalara katılmadan insanımız düşünmelidir. Türk milletin asırlarca İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır. Her türlü saldırıya karşı Müslümanları, kutsal emanetleri ve kutsal yerleri korumuştur. Bu gün hemen hemen dünyanın birçok yerinden “Müslüman”, “İslam” denince Türkler akla gelmektedir. Hal böyle iken Türkiye İslam ülkesi midir, değil midir? Sorusunun ne anlamı vardır? Eğer Türkiye Müslüman ülkesi değilse, hangi ülke Müslümandır? Türk milleti Müslüman değilse, Müslüman kimdir?

İnanıyoruz ki, evvela şu soruyu kendimize sormamız gerekir: biz Müslüman mıyız, değil miyiz? Eğer cevap “Evet” ise, Müslüman her yerde, her zaman Müslümanlardan, Allah’ın ve Peygamberin emirleri her zaman onun için geçerlidir.

İmam-ı ġafi’ye göre bir yer Müslümanlar tarafından bir defa fethedilmiş ise o yer artık kıyamete kadar Darül İslamdır. Hatta Müslümanlarla anlaşma ve barış halinde bulunan ülke de Darül Harp değildir.

Hanefi Mezhebine göre Darül Harp, İslam’ın hükümlerinin bazısının icrasıyla Darül İslam’a inkılâp eder. Yani Darül İslam’a dönüşür.

Dikkat edelim Müslümanların şu veya bu sebeple “Bu devlete itaat edilmez, vergi verilmez, Türkiye de Cuma namazı kılınmaz. Bu ülke Darül Harptir. Bu nedenle faizin yenmesinde bir sakınca yoktur” demek doğru değildir. Kuran’da ve Allah’ın elçisinin hadislerinde kesin emredilen veya yasaklanan bir konuda uymayıp aksine hareket etmenin, bu yetmiyormuş gibi başkalarını da sapıtmanın büyük bir vebali olduğu unutulmamalıdır. d) Karşılıklı anlayış:

Yukarıda yöneticilere itaat gerekir dedik. Evet, itaat edeceğiz ama bazı şeyleri de unutmayacağız, dikkat edeceğiz. Kayıtsız şartsız itaat ölçüsüz bağlılık ve aşırı sevgi, sınırsız övgü inancımızla, kültürümüzle bağdaşmaz. Çünkü aşırı olan her şey felaket getirir. Sevgili peygamberimiz, bir kimse için sevgide aşırı gitmememizi, bir gün düşmanımız olabileceğini, nefret ve buğzda ileri gitmememizi bir gün dostumuz olabileceğini tavsiye etmiştir.

Bu konuda birkaç örnek verelim:

Bir gün adamın biri devlet başkanı Ömer’in huzuruna çıkar ve karşısında yerlere kadar eğilir.

Adamın bu halini beğenmeyen Hz. Ömer:

-“ Sen Müslüman değil misin? Diye sorar. Adam:

-“Elhamdülillah Müslüman’ım” diye cevap verince, Hz. Ömer:

-“Öyle ise başını kaldır, dik tut. İslam azizdir. Müslüman bir kimse böyle bir zilleti kabul etmez.” Buyurur.

İsmail Hakkı Hazretleri, devlet adamları ile arada bir mesafenin bulundurulmasını istemiş ve: “Devlet adamları ile ataş muamelesi edesin, faydasından istifade edesin fakat zararından korunasın.” (10)

İmam-ı Gazali de: “Ülemanın şerlisi ümeranın (emir sahiplerinin)ayağına gider. Ümeranın hayırlısı ise, ülemanın ayağına gider.” Der (11)

Ebu Hanefi öğrencisi Ebu Yusuf’a tavsiyeleri arasında şunlar vardır: “Ey Yusuf, sultanına karşı vakarlı ol, makamını tebrik et. Bir ihtiyaç ve iş dolayısıyla seni çağırmadıkça onun yanına girme. Zira böyle yaparsan sana kıymet vermez. Onun yanında değerin düşer. Sultanın huzurunda çok konuşmaktan sakın. Sana bir iş teklif ettiği zaman araştır. Daima Allah’tan kork, emanetleri ehline teslim et. Herkese dosdoğru nasihat etmekten çekinme.”

Abbasi Halifesi Harun Reşit, Medine’yi ziyaret eder. Devrin ünlü alimlerinden İmam-ı Malik: “Halife eğer ilme hürmet ediyorsa, bilsin ki ilim onun ayağına gitmez.” Bu söz üzerine Harun Reşit, İmam-ı Malik’in ayağına gelir.

Bu sözler ve hareketlerle de bizden öncekiler, yönetenlerle yönetilenlerin ilişkilerinin sınırını çizmişlerdir.

Aslında kendini bilen devlet adamı mesafeyi kendisi tayin eder. Yağcılığa ve yağcılara fırsat vermez. ġöyle anlatmışlardır: Bir gün Harun Reşit aksırır. Orada bulunanlardan biri hariç hepsi: “Yerhamükallah” derler. Bu duaya katılmayana Harun Reşit sorar:

  1. Sen niye sustun? O kişi şu cevabı verir:
  2. Aksıran kişi “Elhamdülillah” der. ġükrederse yanında bulunanların ona “Yerhamükallah” diyerek dua etmesi gerekir. Deyince Harun Reşit onun Bağdat kadılığına tayin etmiştir. Bunun sebebini soranlara da şu açıklamayı yapmıştır:
  3. “Aksırıp da şükretmedi diye halifeye iki kelimelik duayı çok gören kimse başkasına boyun eğmez…”

Gene bir gün İngiliz gazetecilerinden biri General Eisenhower’e:

  1. “Başkanlık zamanınızdaki ile şimdiki zamanınız arasında ne fark var? Diye sorar. General şu cevabı verir:
  2. “Başkanken kimse beni golf oyununda yenemezdi, şimdi ise önüne gelen yeniyor.” 

Ciddi ve büyük işler başarmak isteyen devlet adamı, yapmacık davranışlara, geçici sevgi ve bağlılık gösterilerine, gösterişten ileri gitmeyen iltifat ve övgülere asla aldanmaz. Bu tür riyakârlık gösterilerine de baştan ortam hazırlamaz. Samimi olanla olmayanı, dürüst olanla olmayanı birbirinden ayırır.

e) Hakkı Söylemek:

Yönetici kadar halkın da dikkat etmesi gereken şeyler vardır. Bunların başında halkın zaman zaman oynanan siyasi oyunlara gelmemesi gerekir. Halk ve halkı temsil edenler tenkit etmesin, uyarılarda bulunmasın diye yıpranmamak ve saltanatını uzatmak isteyenler, herkes sussun, hakkı söylemesin isterler. Her şeyden önce bu hal önce demokratik bir durum değildir. Vatandaş düşünecek, yanlışları tenkit edecek, doğruları da alkışlayıp destek olacaktır. Yanlışlıklar karşısında gerektiğinden uyarı görevini yapacaktır.

Diyelim ki, haksızlıkların, zulümlerin insanı alabildiğine ezdiği bir dönemde yaşıyoruz. Zayıf, düşkün eziliyor. İşçi, memur karın doyurabilmek için çırpınıyor. Bir lokma ekmek için alçalanlar, çalanlar oluyor. Çoğu zaman haklı hakkını alamıyor. Haksız cezalandırılmıyor. Adil bir uygulama ile yetkililer zayıfı, haklıyı koruyup kollamıyor. Haklının yanında olmuyor. Böyle bir ortamda sessiz kalınır mı? Bana ne? Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın denir mi? Müslüman inandığı şeyleri bir tarafa bırakarak kendi kabuğuna çekilir mi? Müslüman iyiliği emredecek kötülükten sakındıracak, eliyle diliyle cihad edecek, yanlışı haykıracak, doğruyu da alkışlayacaktır. Bu onun hem dini hem de sosyal görevidir.

Kurnazlıkla tenkidi önlemek için “aman gıybet etmeyelim!” diyerek halk susturulmaz. Tenkit etmek dinde suç değildir. Tenkit, yapılan bir yanlışın ifade edilmesidir. Sadece kusurun teşhiri değil, yanlışın yanında doğruyu ortaya koymaktır. Bunu yapmak da asla gıybet değildir.

Gıybet şahsa yönelik, özel hallerin ifadesidir.

İnancımıza göre bir yöneticinin yaptığı iş elbette tenkit edilecek, doğrusu söylenecek, hatanın düzeltilmesi istenecektir. Tenkit bırakılıp sadece sızlama ile yetinilmeyecektir. Peygamberimiz:  “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”buyurmuştur. Başka bir hadislerinde de : “Bir kötülük gördünüz zaman elinizle yok edin. Bunu yapamazsanız dilinizle yok edin. Bunu da yapamazsanız kalbinizle buğzediniz…” dememiş midir? Bir gün de sohbet ederken bir gurup insana: “İster zalim olsun, ister mazlum olsun kardeşlerine yarım edin” buyurur. Bunun üzerine bir adam:

-“ Ey Allah’ın elçisi! Mazlum ise ona yardım edelim, eğer zalim ise ona nasıl yardım edelim?” deyince peygamber (a.s):

-“ Onu zulmünden men ederek” cevabını verir.

Allah’ın elçisinin şu sözlerine de kulak verelim:

“Cihadın efdali, zalim emir ve hükümdarın önünde hakkı söylemektir.”  (12)

“Allah’a cihadın en sevimlisi, zalim hükümdara söylenen hak sözdür.” (13) “Sizin üzerinizde hükümdarlar olacak, onları tanıyacaksınız fakat davranışlarından hoşlanmayacaksınız. Bu yüzden kendilerine itirazda bulunacaksınız. Kim itirazda bulunursa temize çıkmış olacak. Hoşlanmayan selamet bulur. Lakin razı olup biat eden helak olur.” Diyen peygamberimizi dinleyenlerden biri:

-“ Ey Allah’ın elçisi! Onlarla savaşalım mı?” diye sormuş, peygamberimiz:

-“ Namaz kıldıkları sürece hayır.” Cevabını vermiştir. (14)

Sayın okuyucularım, peygamberimizin bu sözleri yanlışlıklar ve haksızlıklar karşısında susulmayacağını, tenkit etmenin günah ve gıybet olamayacağını açıkça belirtmektedir.

Meselenin biraz daha anlaşılması için şu olaylara göz atalım: Devlet başkanı Halife Ömer bir gün bir topluluğa:

  1. “Yanlış bir iş yaparsam, fena bir yol tutarsam, nefsime esir olursam ne yaparsınız?” demiş orada bulunalar:
  2. “ Seni kılıçlarımızla doğrulturuz.” Demiş, bundan da Ömer çok memnun olmuştur.(15)

Bir başka gün de Halife Ömer halka:

-“ Beni dinleyiniz?” demiş, oradakiler:

-“ Seni dinlemiyoruz. Evvela sırtındaki elbisenin hesabını ver. Bize düşen kumaşlardan hiçbirimize elbise çıkmadı, sana nasıl çıktı?” deyince Ömer (r.a):

-“ Oğlum Abdullah aranızda, o söylesin.” Demiş

Abdullah kendi hissesini babasına verdiğini söyleyince oradakiler:

-“ ġimdi oldu, seni dinliyoruz.” Demişlerdir.

Hasan-ı Basri anlatıyor: “Bir adam Halife Ömer „e:

-“ Allah’tan kork ya Ömer!” dedi. Orada bulunalar o kişiyi azarlardı, susmasını istedi. Halife susturmak isteyenlere:

-“Azarlamayın. Susmasın, söylesin. Zira onlar ikaz etmezlerse günahkâr olurlar. Biz de ikazı kabul etmezsek mesul oluruz.”  (16) diyerek müdahale etmemiştir.

            Demek ki gerçekler söylenmez ve söyletilmezse, söylendiği zaman da dinlenmezse günah vardır.

f) Aktif Olmak:

İnsanın, bilhassa inandım diyen bir kimsenin hissiz, duygusuz olması mümkün değildir. Hele sorumluluk anlayışı olan bir insanın zulüm ortamında neme lazımcı olması, “Ben mi düzelteceğim?” deyip kendi köşesine çekilmesi söz konusu olamaz.

Akıllı insan, zaman zaman yapılan “Biz size fırsat veriyoruz, bak şunu yapıyor, bunu yapıyorsunuz, ibadet ediyorsunuz, adam yetiştiriyorsunuz” aldatmacalarına kanmaz. Yalan vaatlere inanmaz.

Tirmizinin naklettiği bir hadiste: “insanların arasına karışıp onların eziyetlerine sabreden Müslüman, insanların arasında karışmayıp onların sıkıntılarına katlanmayan Müslüman’dan daha hayırlıdır.” Buyurmuştur.

Politika canlılar arasında sade insana hastır. O halde bir kısım insanlar siyasetle uğraşacak, bir kısmı insan da ihmal edecek, onu kötü ellere terk edecek ve sonra da sızlanacak bu doğru bir hareket değildir.

Yıllardan beri sevimsiz, sevimsiz olduğu kadar anlamsız bir söz vardır: “Dindar siyasete karışmaz.” Bu söz bazı guruplar tarafından benimsenmiştir. ġeytandan sakınırcasına siyasetten kaçmak toplumları sürüleştirir. Siyaset bizim işlerimizdir, geleceğimizdir.

İnancımızın, idealimizin geleceğidir. Öyleyse kimden, neden, niçin kaçıyoruz?

Sorumluluk anlayışımıza göre kaçmak yok, karışmamak yok, inzivaya çekilmek yok. Kimse elini eteğini çekerek sorumluluktan kendisini kurtaramaz. “Ben oyumu veririm, gerisine karışmam ne demek? İnsan seçtiğinden, onun yaptıklarından ve yapması gerekenlerden sorumlu değil midir?” 

Müslüman siyaset yapmaz, siyasetle uğraşmaz, siyaset yalancı mesleği, kaypak olmak, ikiyüzlü olmak lazım. Siyasete karıştın mı yalan dolan, bile bileceksin, gibi sözlerle siyasetin sahtekâr işi olduğu imajı veriliyor. Kurtuluş için bunu silmek lazım. Eğer siyaset bu halde ise, onu namuslu insanların yapması daha doğru olmaz mı?

Edmond Burke: “ Kötü insanlar birleştiği zaman iyiler el ele vermelidir, yoksa her biri teker teker mahvolmaktan kendini kurtaramaz.” der.

Aristo da: “Politika ile meşgul olmak isteyen münevverleri bekleyen korkunç bir akıbet vardır, cahiller tarafından idare edilmek.” demiştir.

Dahası var. Peygamberimiz siyaset mi yaptı? İslam da siyaset mi var? Deyip siyasetten çekilmek, siyasete karışmamak yanlıştır. Aldatmaktır. Bu işi yapanlar neden yapıyor? Sonra senin hakkında hep başkaları mı karar verecek?

Kimse bilmiyorum diyemez. İslam yüce peygamberi, devlet kurmuş, anayasa hazırlatmış, Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı siyaset uygulamış, Müslüman varlığını korumuştur. Savaşmıştır. Kendisinden sonraki Müslümanlar da imparatorluklar kurmuş ülkeler fethetmiştir. Ayrı ırktan, ayrı dinden insanları kendi inançlarına göre idare ederek inançlarının ve kendilerinin üstünlüklerini ispatlamışlardır.

Değerli okuyucularım, dinlerin, ideolojilerin hâkimiyet kavgası verdiği bir dönemde yaşıyoruz. Milletimizin düzenini korumak, geliştirmek ve yaşatmak zorundayız.

Osmanlının son zamanlarında azınlıklar ve dış güçler sistemli olarak fırıncıya, değirmenciye, eczacıya yaklaşıp, unlu elbiselerle tuvalete gidilmesinin günah olduğunu, dertlere karşı derman aramanın Allah’ın verdiğine rıza göstermeyip karşı gelmek demek olacağını, altının erkeğe haram olduğu propagandası ile sarraflığı, fırınları, değirmenleri ve ilaç yapımını ellerine geçirmişlerdir.

Her şeyden şikâyet ettiğimiz bir dönemde, kötülüklerden uzak kalma amacı ile bir kenara çekilme, karışmama, kendini kurtarma propagandalarına dikkat edelim. Unutmayalım, daha önce dedelerimize, babalarımıza düşmanın yaptığı bazı propagandalar, verdirilen fetvalar cazip gelse, iltifat görse idi durum böyle olur muydu?

g)- Tepki göstermek:

İnancımıza göre ferdi kurtuluş yoktur. Kurtuluş toptan olacaktır. Ferdi kurtuluş en son çaredir.

Tirmizi’nin naklettiğine göre: “Bir zat, tatlı su kaynağı bulunan boğazdan geçerken su, boğaz, yeşillikler öyle hoşuna gider ki, oraya çekilip orada yaşama kararı verir. Peygamberden izin almak ister. Durumu peygambere anlatır. Ona peygamberin cevabı şu olur:

-“ Yapma! Halktan uzlet etme! Sizden birinin Allah yolunda ayakta durması, yetmiş sene evinde kıldığı (nafile) namazdan daha faziletlidir. Allah’ın sizi affetmesini, cennete koymasını sevmez misiniz? O halde Allah yolunda savaşın. Her kim Allah yolunda bir devenin sağılması kadar savaşırsa cennet kendisine vacip olur.” 

Fert toplumun bir parçasıdır; ondan ayrı düşünülemez. Herkes kendini kurtaracak da başka insanları kim kurtaracak? Cihadı, tebliği kim yapacak. İnancımıza göre insanın hedefi kendisi ile beraber başkalarını da kurtarmaktır. Dikkat edecek olursak dinimizin emirleri ve inananın yapması gereken işler hep ıslaha yöneliktir. İnsanın içinde yaşadığı topluma karşı sınırsız sorumlulukları vardır. Bu sorumlulukları yerine getirmezliyiz ki, haksızlıklar son bulsun, dertler, ızdıraplar dinsin ve toplum huzura kavuşsun. Dikkat edecek olursak peygamberimizi bizi şöyle uyarmıştır:

“İsrailoğulları günaha daldıklarında, âlimleri onları men ettiler. Onlar ise günahtan vazgeçmedi sonra âlimler onlarla birlikte oturdular, onlarla yiyip içtiler. Bundan dolayı Allah onların kalplerini birbirine benzetti.” 

Kötülüğe tepki göstermek, uyarı görevimizi sürdürmek hem dini hem de insanı görevimizdir. Bu görev aksarsa sosyal çöküntü kaçınılmaz olur. Bu konuda peygamberimiz güzel bir örnek vermiştir:

“Bir topluluk gemiye bindi. Her biri gemiyi paylaştılar. Herkes payına düşen yere yerleşti. Bir müddet sonra bunlardan biri bulunduğu yeri balta ile delmeye başladı. Diğerleri: “Ne yapıyorsun?” dediler. “Ne karışıyorsunuz, yerim değil mi, istediğimi yapamaz mıyım?” cevabını verdi. ġimdi eğer onu gemiyi delmekten vaz geçirirlerse hem kendileri hem de o adam kurtulur. Eğer o adam kendi haline bırakılırsa, hem o hem de gemidekilerin hepsi helak olur.”

Bu örnek misali eğer bizler de görevimizi yapmaz isek helak olmaktan kendimizi kurtaramayız. Bunun içi bozguna, her kötü gidişe, her kötü ve kötülüğe dur demeliyiz. Bu kendimiz için, sevdiğimiz insanlar ve milletimiz için şarttır. Ne yazık ki bugün bunu yapmadığımız gibi kaybolan değerlere, yıkılan kıymetlere ve sosyal felaketlere seyirci kalıyoruz. Bilhassa son zamanlarda tepkisiz, uyuşmuş bir topluluk haline geldik. Bizi ancak kazancımız ilgilendiriyor. Dün karşı çıktığımız, uğrunda savaştığımız, kan verdiğimiz, can verdiğimizi kötülüğü bugün kınamıyoruz. Eğer oy verdiklerimiz karşı değilse kötüyü ayıplamıyoruz. Bunun için daha önce yüzleri kızartan kötülükler bugün meşrulaşmış. Onu ya biz ya da yakınımız yaptığı için ses çıkarmıyoruz, normal karşılıyoruz. Bu durum ürperti vericidir. Bizden önceki insanların helakına sebep olmuştur.

Sonuç olarak bugün, hiç de layık olmadığımız bir durumdayız. Bizi götürmek istedikleri yer yok olacağımız yerdir. Bize telkin edilen şeyler özümüze ve kültürümüze uymayan şeylerdir. Samimi devlet adamlarımıza düşen görev, layık olmadığımız bu durumdan insanımızı kurtarmaktır. İnsanımıza düşen görev de kendisine sahip çıkacak kimseleri seçmek ve onlara itaat etmektir.

Allah Kuran’da şöyle buyurur:

“Allah insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar kendi kendilerine zulmederler.”  (17) Anlatıldığına göre zalim Haccac’ın halktan birisi atının önüne kendini atarak:

-“Adalet ya Haccac! Senden Hz. Ömer’in adaletini istiyorum.” Der. Haccac atından iner kılıcı ile toprağı eşelemeye başlar. O zat:

-“ Ne yapıyorsun ya Haccac?” deyince Haccac şu ibretli cevabı verir:

-“Hz. Ömer’in adaletini uygulayacağım, onun zamanındaki insanları arıyorum.”

Doğru değil mi sayın okuyucularım, önce kendimiz iyilere, iyiliklere layık olmamız gerekmez mi?

~~~~~~~~~

~~~~~~~~

~~~~~

~~

  1. Nisa suresi, ayet: 59
  2. Sahih-i Buhari, Tecrid-i Sarih, c.2,s. 314
  3. Age. C.2, s. 314
  4. Müslim: 33/49 – Tirmizi: 33/38
  5. Buhari, Ahkam: 43
  6. Riya’üs Salihin 664 nolu Hadis
  7. ġuara suresi, ayet: 151
  8. Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, s. 318
  9. Maide Suresi: 45
  10. İsmail Hakkı, Marifetname, s. 521
  11. İmam-ı Gazali, İhya, c.1, s. 74
  12. Ramuz el-Ehadis, s.76, 10 nolu hadis
  13. Age.s.16,17 nolu hadis
  14. Age. 1809 nolu hadis
  15. Mevlana ġibli, Asr-ı Saadet, c.7, s. 444, Ter.ö.r.Doğrul.
  16. Mustafa Fahrettin Akbablı, Hz. Ömer Diyor ki, s.51
  17. Yunus Suresi, Ayet: 44
0

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir