BEDENDEKİ HASTALIKLAR
Temizliği, temiz olmayı ve temiz yaşamayı pek sevmiyoruz; Elimizin, ayağımızın, bedenimizin ve çevremizin temizliğine yeterince dikkat etmiyoruz. İhmal ediyoruz. Derli toplu temiz ve düzenli yaşamaya önem vermiyoruz.
Halbuki temizlik, insan sağlığı ve insanın mutluluğu için birinci şarttır. Aslında temiz olmak ve temiz yaşamak, günlük hayatımızda basit ve kolay davranışlarla sağlanır.
Gayet kolay, insan yaptığı bir yanlışı yapmayabilir. Kendine ve başkalarına zarar veren kötü alışkanlıklardan uzak kalabilir. İsterse hastalıklara yakalanmayabilir.
Temizlik, insanın kendine, etrafına ve yaratan Allah’ a karşı görevlerin yerine getirilmesinde de birinci şarttır. Temiz olmadan ibadet olmaz.
Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
- “Namazın anahtarı temizliktir.” (Tirmizi, Taharet: 3)
- “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, Taharet: 1) “Allah temizdir temizi sever.” (Tirmizi, Edep: 41)
Cenabı Allah Kur’an’ da şöyle buyurur:
- “Allah temizlenenleri sever.” (Tevbe: 108+Bakara: 222)
- “Elbiseni temiz tut.” – (Müddessir: 4)
Buna göre temizlik dinimizin emridir. Beden temiz olacaktır. Bedendeki organlar temiz olacaktır. Kalp temiz olacaktır. Mide temiz olacaktır.yani insan maddî ve manevî kirlerden arınmış olacaktır.
Peygamber (as): “Fıtrat beştir; Sünnet olmak, kasık kıllarını traş etmek, koltukaltı kıllarını yolmak, tırnakları kesmek ve bıyıkları kısaltmak” buyurmuştur. (Buhari, Libas: 51)
Başka bir hadislerinde de: “Elbisenizi yıkayın, fazla tüyleri alın, dişlerinizi fırçalayın, süslenin kıyınızı köşenizi temizleyin” buyurmuşlardır. (Ramuz e’lEhadis: 75/12)
İnancımızda çevre temiz tutulacak, insanlara sıkıntı verilmeyecektir. Çevreyi temiz tutmak ne kadar sevap ise kirletmekte o kadar günah olduğu bildirilmiştir.
Peygamber (as) şöyle buyurur:
- “Halkın gelip geçtiği yola, gölgelendikleri yerlere abdest bozmayın. Ümmetimin iyi ve kötü işleri gösterildi. İyi işleri arasında insanlara eziyet veren şeyin yoldan atılmasını gördüm. Kötü işleri arasında ise, yola tükürülen tükrüğü gördüm.” (Hadis Ans: 10/121)
İslâm’ a göre hastalıklar kader değildir. Kur’an’ da: “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın. Allah güzel yapanları sever.” (Bakara: 195) diye emredilmiştir.
Peygamber (as): “Ey Allah’ ın kulları tedavi olun. Her derdin dermanı vardır. Ölüm ve ihtiyarlık hariç” (Buhari, Tıp: 1) demiş, hastalıklar için tedbir alınmasını ve çare aranmasını istemiştir. Ayrıca bulaşıcı hastalıklar için karantina uygulanmasını istemiştir: “Hasta olan deveyi sağlam olan devenin yanına sokmayın.” “Bir yerde bulaşıcı hastalık olursa oraya girmeyin, oradan da dışarı çıkmayın.” buyurmuşlardır.
Maddî temizliğin yanında manevî temizliğe de önem verilecektir. Günah ve haram kirliliğinden, inançsızlık hastalığından korunulacaktır. Ruh, kalp, mide ve kafa her türlü kirlilikten arındırılacaktır. Temiz kalmak, sağlıklı ve huzurlu yaşamak için vücut helal gıda ile beslenmezse organlar isyan eder, itaat etmez. Ruh inançla, ibadetlerle beslenecektir. Ahlak güzelleştirilecektir. Bid’at ve hurafelerden uzak bir hayat yaşanacaktır.
Günümüzde kirlenme çok ve çabuk olmaktadır. Kirlenmemek için büyük gayret sarfetmek gerekir. Önce küfür ve günah kirinden uzak kalınmalıdır. Bunun içinde dikkat etmek ve dikkatli yaşamak zorunluluğu vardır.
Müslüman’ ın görünümü güzel olacaktır. Ahlakı güzel olacaktır. Allah: “Temiz ve helal şeylerden yiyin ve güzel işler yapın” (Mü’minun: 51) diye emrediyor.
Kısacası temizlenmeden, temiz bir hayat yaşamadan temiz insan olunamaz. Kur’an’ da: “Temizlenen kurtuluşa erdi.” (Şems: 9) buyrulmuştur.
Eğer temiz olursak ve temiz yaşarsak hastalıklardan kurtuluruz. İşte hastalığın dermanı bu.
B
Oturduğumuz yeri, kullandığımız eşyaları kirletme hastalığımız var; yediğimiz içtiğimiz şeyin çöpünü, kutusunu, kağıdını rastgele atıyoruz. Oraya buraya tükürüyoruz. Çöpü, çöp bidonunun dibine boşaltıyoruz. Ortalık kokacakmış, kirlenecekmiş umurumuzda olmuyor. Bu umursamaz tavrımızla yeri, havayı, suyu kirletiyoruz.
Etrafımıza baktığımız zaman ormanlar yok edilmiş, hava kirliliği korkunç boyutlara ulaşmış, artık ve artıklarla sular kirlenmiş, balıklar bile yaşayamaz olmuştur. İnsan dahil bütün canlılar sıkıntılı bir hayat yaşamaya mahkum olmuştur.
Eğer sağlıklı yaşamak istiyorsak, nemelazımcılıktan vazgeçerek temiz bir ortam hazırlamalıyız. İnsana ve çevreye saygılı olmalıyız. Bilmeliyiz ki, etrafımızdan istifade ettiğimiz oranda sorumluluklarımız vardır. Sorumluluklarımızı yerine getirmek insanlık ve vatandaşlık görevimizdir. “Cennet vatan” diyoruz. Hiç temiz olmadan yeşil olmadan ve güzel olmadan bir yer cennet olur mu?
Temizliği sevmemiz lazım ve çocuklara, gençlere de sevdirmemiz lazım. Bir sevgi istemeden sevmeden o şey güzel olmaz.
Temiz olmak ve temiz yaşamak için bilinçli ve bilgi sahibi olmak gerekir. Mesela; İslam peygamberi bu konuda şu uyarıda bulunmuştur:
- “Avlularınızı ve çevrenizi temiz tutun. Lanetli iki şeyden sakının; insanların gelip geçtiği yolları ve gölgelikleri kirletmeyin.” (Müslim, Tahare: 20)
- “Allah güzeldir, güzeli sever; temizdir, temizi sever. Evlerinizi ve çevrenizi temiz tutun.” (Tirmiz; Edep: 41)
- “Temizlik, imanın yarısıdır.” (Müslim, Tahare: 1) buyurarak temizliğe dikkat etmemizi istemiştir.
Kutsal kitabımız Kur’an’ da da: Allah insanı temiz yaratmıştır. Allah’ ın yarattığı şeyleri değiştirmeme emri vardır. (Nisa:
119)
Her şeyin bir ölçüye göre yaratıldığı (Kamer:49), yeryüzünde dengenin bozulmaması (Rahman:8) uyarısında blunmuştur. Bir ayette de:
- “İnsanların yaptığı işler yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu…” (Rum: 41) buyrularak sıkıntıların kaynağı bildirilmiştir.
Bir de insanın kötü alışkanlıklardan ve günah kirlerinden temizlenmesi gerekir. Kirlilik, insanı mutsuz eder. Dünyasını kararttığı gibi ahretini de karartır.
Günah kirinden temizlenmeden huzur yoktur, kurtuluşta yoktur.
Kur’an’ da yüce Allah şöyle buyurur:
- “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş. Onu kötülüklere gömende ziyan etmiştir.” (Şems: 910)
Bir ayette de;
- “Temiz olan şeylerden yiyin, güzel işler yapın.” (Müminun: 51) buyrularak insanlar temizliğe ve güzele çağrılmıştır.
Atalarımız: “Arslan yatağından belli olur” demişlerdir. Oturduğu mekanı, kullandığı eşyaları, üstünü başını temiz tutmak her insanın yapabileceği bir şey değildir.
Kırıp yıkmaktan, bozup dağıtmaktan, orayı burayı kirletmekten kirlenmiş, hasta ruhlu insanlar zevk alır.
- C
Günümüzde maddî hastalıklardan daha çok manevî hastalıklarla uğraşıyoruz. Nefsin arzu ve isteklerinden doğan bu hastalıklar içdünyamızı, manevî hayatımızı karartıp yok etmektedir.
İnsan, hep kötülük isteyen nefsine esir olmuş, nefsin istek ve arzuları hep ön planda; sabahtan akşama nefsin arzu ve istekleri peşinde yorulmadan koşup duruyoruz. Nefsin esaretinden manevî güzellikleri göremiyoruz. Yani mânen açız ve hastayız.
İbrahim Edhem Hazretlerine sormuşlar: “Nasılsın?” demişler; oda şöyle cevap vermiş: “Dinimizi parçaladık dünyamıza yamadık. Neticede ne din kaldı nede dünyamız! Ne mutlu ona ki: ahreti için dünyasını fedâ etti.”
Günlük hayatta her “nasılsın?” diyene “iyiyim!” demek adet olmuş. Soranda zaten başka söz duymak istemiyor.
Ariflerden birine sormuşlar:
- Efendim, sizi görmeyeli çok oldu, nasılsınız?
- “Afiyetteyim.” Devam etmiş: “Allah’ a isyan etmedin, bir günah işlemedinse, afiyette olursun. Eğer günah işledinde Allah’ a isyan ettiysen, bundan daha büyük hastalık olmaz.”
Sevgili peygamberimiz birine sormuş:
- Bugünün nasıl geçti? demiş. O zat da:
- Hayırla geçti ey Allah’ ın elçisi! demiş.
Peygamber (as) soruyu üç defa tekrar etmiş, en son adam: Elhamdülillah, hayırla geçti ya Rasulullah! deyince Allah Rasulü ona:
- Şimdi oldu işte demiş.
O kişi gibi bizde “Elhamdülillah günlerim, gecelerim ve ömrüm hayır üzere geçiyor” diyebilmeliyiz.
Öyle mi ya! Birine nasılsın? de bakalım. Cevap binbir türlü şikayet olacaktır. Allah’ ın sanki hiçbir nimeti, hiçbir ikramı ve ihsanı ona yapılmamış…
Bu neden? Nefsin hakimiyeti ve nefse esaretten. Çünkü nefis, insanın düşmanıdır. Hep insanın kötülüğünü ister. Gözü insanın aleyhine olacak, insanın yüzünü kızartacak şeylerdedir.
Peygamber (as) şöyle buyurur:
- “Cehennem nefsin arzu ettiği şeylerle, cennet de nefsin sevmediği şeylerle kuşatılmıştır.” (Riyaz’üsSalihın: 1/101)
Nefsin hastalıklarından kurtulabilmek için nefsin arzularına karşı koymak ve hakim olmaktır.
Peygamberimiz (sav): “Ölmeden önce ölünüz” “Hakiki mücahit nefsine karşı uğraşı verendir.” (Tirmizi, Cihad: 2) buyurarak nefsin dizginlerini ele almayı tavsiye etmiştir. Hakim olunmazsa nefis, kötülüğü ister, dünya zevklerini ister, inançsızlığı, ahlaksızlığı arzular, sapıklıktan hoşlanır ve insana kötülüğü emreder; insanın gözünü, dilini, midesini, beynini ve cinsel organını kullanır, insana günah işletir. Onun için Kur’an’ da:
- “Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min: 19)
- “(Yusuf) Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder.”
(Yusuf: 53)
- “Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Sen (Rasulüm!) ona koruyucu olabilir misin?” (Furkan: 43) “Yemin ederim ki nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömende ziyan etmiştir.” (Şems: 910)
- “Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için şüphesiz cennet yegane barınaktır.” (Naziat: 4041) buyrularak nefsin daima kötülüğü emrettiği nefsini kötülüklerden alıkoyanın ise kurtulacağı bildirilmiştir.
Eğer nefis terbiye edilecek olursa, o nefis itaatkar olur ve insanı kötülüğe davet etmez.
Kur’an’ da bir uyarı şöyle:
- “Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor şehvetlerine uyanlar ise sizin hak yolundan iyice uzaklaşmanızı istiyor.” (Nisa: 27)
Nefis insanı hak yolundan uzaklaştırır. Yaptığı kötü işlerden hiç pişmanlık duymaz, hep kötülükten hoşlanır, kendini beğenir ve yaptığı kötülüklerle övünür. Allah Kıyamet sûresinde “nefsin şerrine ve tehlikesine dikkat edin” diye uyarmıştır. (Ayet: 2)
Nefsin telkinlerine iyi dikkat etmek gerekir; Ona fırsat vermemek gerekir. Bir hadislerinde peygamber (as) şöyle buyurur:
- “Allah şu kimsenin vücudunu cehenneme haram kılar, dünyada da onu şeytandan ve nefsinden korur:
- – Nefsi bir şeyi arzularsa, ona hakim olan,
- – Nefsi bir şeyden hoşlanmasa da onu yapan.”
(Ramuzu’LEhadis:68/10)
Nefse bir şeyler anlatılmaz ve nefse hakim olunmazsa, nefis insana hakim olur. Müslüman zaman zaman nefsine sormalıdır, onu hesaba çekmelidir.
Nefsim, nedir bu arzu ve bitip tükenmeyen isteklerin? Dünyada mahçup olmak, ahirette pişmanlık duymak ister misin? Acılı bir ölüm, sıkıntılı bir kabir hayatı, sonunda da cehennem mi istiyorsun? demelidir.
Nefse “dur!” denmezse, nefis denilen hain düşman insanı kendine esir ediverir; insanı haktan, doğrudan ve Allah’ tan alıkoyar. Adem peygamberi ve eşini cennetten kovduran, Kâbil’ i kardeşi Hâbil’ i öldürten, Firavun’ u Nemrut’ u isyan ettiren, Ebucehil’ i, Ebu leheb’ i Allah Rasulüne karşı koyduran, bugünde nice nice insanları imandan, ibadetten alıkoyup isyana ve küfre sürükleyen nefis denilen düşman değil midir?
Nisa sûresi ayet: 79 da Allah: “Sana gelen her fenalık kendi nefsindendir.” buyurur.
Huzura, kurtuluşa ve Hakka giden yolun nefsin arzu ve isteklerinden geçmediği bilinmelidir. Nefis ibadetlerle ve yararlı işlerle meşgul edilmezse, nefis insanı abes şeylerle meşgul edecektir. Dünya endişesini, ahiret endişesinin önüne alacaktır.
En büyük imtihana insan nefsi ile tabi tutulur. İnsanın imtihanı kazanması için nefsin benlik davasından vazgeçerek yüce Allah’ ın gücü karşısında eğilmesi gerekir.
Nefis eğer kendi kendine bırakılırsa isyankar olur. Allah’ la arada kalın perde oluşturur. Peygamberimiz: “Ümmetim için en çok korktuğum şey nefislerinin arzu ve isteklerine uymalarıdır.” Buyurmuştur, yaptığı dualarda da nefsin şerrinden Allah’ a sığınmıştır.
Çare; nefsin hakimiyetidir. Nefsine hakim olan mükafata nâil olur. Nefsini bilen Rabbını bilir.
- D
Üstümüzün başımızın, arabmızın, evimizin, yüzümüzüntemizliğine, güzelliğine dikkat ediyoruz, özen gösteriyoruz da kalp temizliğine pek dikkat etmiyoruz. “Kalbim temiz, sen kalbe bak!” diyenlerin bile kalpleri isyan, küfür ve kötü emellerle dolu.
Musa peygamber dağda bir çobana rastlar. Çoban Allah’ a seslenmektedir: “Ey Tanrım, gel sakalını tarayayım. Gel sana süt vereyim. Gel çadırımda seni yatırıp kaldırayım…” Bu sözleri duyan Musa peygamber hiddetlenir, çobana:
- “Sen Allah’ la nasıl böyle konuşursun, kafir oldun işte” der. Bunu duyan çoban öyle bir feryat eder ki, sürüyü bırakır çöllere düşer.
Allah Musa (as) a şöyle vahyeder:
- “Ey Musa o kulumu bırak; kulumla arama girme!…”
Allah insanın şekline, şemaline ve diline bakmaz. Kalbine bakar. Bunu bir hadislerinde peygamber (as) şöyle ifade etmiştir:
- “Allah görünüşünüze, mallarınıza değil, kalplerinize bakar ve amellerinize değer verir.”
(Müslim, Birr: 34)
İnsanın eti yenmez, derisi giyilmez. Cesedini satmaya kalksan alan olmaz.
Kaygusuz Abdal şöyle der:
- “Şu âdem dedikleri;
El ayakla baş değil.
Adem mânâya derler;
Sûret ile kaş değil.”
Kalp ölmüşse, bedenin diri olması düşünülemez. O artık yaşayan bir ölüdür. Rus yazarı Tolstoy şöyle der:
- “Mesut ve bahtiyar olabilmek için hayatın cesette değil, ruhta olduğuna inanmalıyız.” İstenirse kalp, Allah’ ın evi olur. İstenirse de şer ve kötülük kaynağı olur.
Kalp, merkezdir; iyi niyette taşır, kötü niyette taşır. İmanda taşır, küfürde taşır ve kötülüğe yataklık eder. İstiğfar, dua, zikir, Kur’an’ la meşguliyet de kalbin cilâsıdır. Bunlar kalbi temiz ve diri tutar.
Birde kalbin ölmesi vardır. Kalp, Allah’ ı tanımazsa, hayat verici emir ve yasaklara yer vermezse kalp ölür, kalp hastalanır.
Mesela; ibadeti, Cuma namazını terk edenin kalbi mühürlenir. Günahta ısrar edenin kalbi kararır. Tevbe, dua ve zikir etmeyenin kalbi ölür. O artık yaşayan bir cesettir.
Peygamber (as) der ki:
- “İnsanda bir et parçası vardır. O iyi olursa, bütün beden iyi olur; o bozuk olursa, bütün beden bozuk olur. İşte o et parçası kalptir.” (Buhari, İman: 39)
İnsan helal lokma yemezse, kalbi ve mayası bozulur. İtikadı düzgün olmaz. İbadeti kabul olmaz.
Birgün Hasan Basri Hazretlerine sormuşlar:
- Bir alimin en büyük cezası nedir?
Şöyle cevap vermiş:
- Kalbinin ölmesidir.
- Kalp nasıl ölür? demişler.
Cevap vermiş:
- İlmiyle amel etmez, mal mülk hırsına kapılırsa demiş.
Zununi Mısrî de şöyle der:
- “Her organın bir tevbesi vardır. Kalp ve gönlün tevbesi, şehveti terk etmektir. Gözün tevbesi, harama bakmamaktır. Dilin tevbesi, kötü söz söylemekten, gıybetten kaçınmaktır. Kulağın tevbesi, kötü sözleri dinlememektir. Ayağın tevbesi, haram yere gitmemektir.”
Kalbin hasta olmasının belirtisi dörttür:
- Birincisi; ibadetten zevk almaz.
- İkincisi; Allah’ tan korkmaz.
- Üçüncüsü; varolan şeylere ibret gözü ile bakmaz.
- Dördüncüsü; öğrendiği ilimden, dinlediği nasihatten istifade etmez.
Hasan Basri de şöyle demiştir:
- “Kalpler altı şeyden dolayı çürür ve bozulur:
- Tevbe ederim düşüncesi ile günah işlemekten,
- Öğrendiği bilgilerle yaşamamaktan,
- Davranışlarında samimi olmamaktan,
- Allah’ ın verdiği nimetlerden istifade edipte şükretmemekten,
- Allah’ ın paylaştırdığı rızka razı olmamaktan, 6 Ölenleri eliyle defnedip, onlardan ibret almamaktan.”
Kararmış kalbin 3 alâmetini de şöyle sayar:
- “Kişinin günahlardan ürperti duymaması,
- Yaptığı ibadetin gönüle huzur vermemesi, 3 Öğütlerin ona fayda vermemesi.”
Tevbe edilmeyen günahlar, kalbi karartır. Peygamber (as) şöyle buyurur:
- “Günah işlenir de günahtan vazgeçilip tevbe edilmezse, kalpte siyah nokta büyür kalbi karartır.”
Kur’an’ da şöyle buyrulur:
- “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de perde çekilmiştir…” (Bakara: 7)
- “Onların kalplerinde bir hastalık vardır…” (Bakara: 10)
- “Onların işlemekte oldukları kötülükler kalplerini kirletmiştir.” (Mutaffifin: 14)
Bu ayetlere göre; günah kalpleri kirletir, karartır. Günaha devam edenlerin kalpleri hastalıklıdır. Günah işleyenlerin kalplerini Allah mühürler.
Kur’an’ ın dili ile Müslüman şöyle tarif edilmiştir:
- “Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, kendilerine Allah’ ın ayetleri okunduğunda imanlarını arttıran ve yalnız Rablerine güvenip dayanan kimselerdir.” (Enfal: 2)
Bir ayette de:
- “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ ın zikri ile huzura kavuşanlardır. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ ı anmakla huzur bulur.” (Rad: 28)
Bu ayetlerden de anlaşıldığına göre; kalbin cilası, kalbin ilacı imandır ve imanın gereği ibadetler, dualar ve zikirlerdir. Yani insanın insanlık ve kulluk görevini yapmasıdır.
- E
Günlük hayata başlarken birçok hayati şeyleri önemsememe hastalığımız var; bir defa güne iyi başlamıyoruz. Gergin, sinirli, kavga ederek başlıyoruz. Yaptığımız işi sağlam ve güzel yapmıyoruz. İnsanlara iyi niyetle yaklaşmıyoruz, iyi davranmıyoruz. Sanki ölüm, kabir ve ahiret yokmuş gibi, düşüncesiz ve sorumsuz iş yapıyoruz. Aklı başında insanları şaşırtan bir hayat yaşıyoruz. Dine uymadığımız için dini kendimize uyduruyoruz. Hiçbir sabah iyi bir plan yapmadığımız gibi hiçbir akşamda günlük muhasebe yapmıyoruz. Kendimizi hiç mi hiç sorgulamıyoruz. Sadece kendimizi düşünüp başka kimseyi düşünmüyoruz.
Önce güzel bir gün için, güne güzel başlamalıyız. İlk giyinirken düğmeyi yanlış deliğe geçirirsek nasıl hepsi yanlış düğmelenirse, ilk hareketlerin olumlu olup olmaması da çok önemli. İnsan sabah kapısını açıp nereye yönelirse, oraya gider.
Hiçbir zaman;
- Adet böyle!… Zaman böyle!… El ne der?
- Eh ne yapalım? larla iyi ve faydalı bir hayat yaşanmaz. Ölçü, iyi ve hayır düşünce olmalıdır. Yaratılış talimatına uymazsak, çalışma talimatına uyulmadan çalıştırılan makine gibi işe yaramayız.
Hayatta: “Böyle olmamalı” dediğimiz bir şeyi kendimiz asla yapmamalıyız. Kınadığımız, beğenmediğimiz hatta lanetlediğimiz kimselere benzememeye çalışmalıyız.
Şair:
- “Hatrında mı doğduğun zaman,
Herkes gülendi, sen ağlayan.
Öyle bir ömür geçir ki sen,
Herkes ağlayan, sen gülen ol.” demiş.
Öldüğümüz zaman “kurtulduk” denmemeli, unutulmamalı, insan hayırla yâd edilmeli. “Allah rahmet eylesin” denmeli. Yani hedefimiz hayırla anılmak olmalıdır.
Sabah kalkınca güne besmele ile başlamalıyız ki, besmelesiz bir hayat yaşamayalım.
Besmelesiz hayatın son durağı fatihasız mezardır. Sonra besmelesiz işe şeytan karışır.
Gün boyunca yapılan iş güzel yapılmalı, tam yapılmalı. İşe iyi niyetle başlayıp yalandan, hileden uzak durulmalıdır. Günün her anı iyi değerlendirilmelidir. Akşam olunca da o günde yapılanlar bire birer gözden geçirilmeli, eksileri artıları belirlenmelidir.
Her insan günün sonunda kendi kendine sorabilir:
- Bugün ben neler yaptım?
- Hangi hayrı işledim?
- Allah’ ın hangi emir ve yasağına uydum?
- Yakınlarım ve diğer insanlar için ne yaptım? Ölümü, öleceğimi kaç defa hatırladım?
- Kabir ve mahşer günü için neler gönderdim?
- Bugün kiminle oldum? Kime hizmet ettim?
- Bugün hangi kapıyı çaldım? Hayır kapısını mı, şer kapısını mı, cennetin kapısını mı, cehennemin kapısını mı hangi kapıyı çaldım?
- Bugünü tekrar baştan yaşasam nasıl yaşar ve neler yapardım?
- Benim bu bir günlük ömrümden, yaptıklarımdan acaba Allah razı mı, değil mi?…
Sorular çoğaltılabilir. Önemli olan insanın elinde fırsat varken pişmanlık duyacağı şeyleri zamanında terk etmesidir. Kârda mı, zararda mı olduğunu insan bilirse kurtulması gereken davranışlardan ve alışkanlıklardan daha kolay kurtulur. Ayrıca geleceğin hesabını da yapar.
Gün boyunca yüce Allah’ ın yardımını, korumasını, ikram ve ihsanını görebilmek için sabah kalkınca Allah’ ın davetine icadet etmek, dua edip Allah’ tan yardım istemek gerekir. İnsan istemezse, layık olmazsa birçok şeyden mahrum olur. Unutulmamalıdır ki, ibadetsiz gün, ibadetsiz ömür demek pişmanlık vesilesi olacaktır. Ne gariptir ki insan, kendine zarar veren ve pişmanlık duyacağı şeyleri kendi ister ve kendi eliyle hazırlar.
Eflatun’ a sormuşlar:
- İnsanın sizi en çok şaşırtan davranışları nelerdir?
Eflatun cevap vermiş: 1 “İnsan çocukluktan sıkılır, büyümek için acele eder ama çocukluğunu özler.
2 Para kazanmak için sağlığını tehlikeye atar, sağlığını kazanmak için ise daha fazla para öder. 3 Yarınından endişe ederken bugününü unutur. Böylece bugününü de yarınını da kaybeder.
4 Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, sonunda da hiç yaşamamış gibi ölür.” demiş.
İnsanın bazı hastalıkları da şöyle tespit edilmiş:
- Duvara, ağaca, sıraya ve yeni atılmış bir betona adını yazması,
- Kitabı, dergiyi, önünde duran kağıdı karalaması resim varsa resime sakal bıyık ilave etmesi,
- Sigara içmek, telefonla görüşmek; yasak yazılarına inat sigara içmesi ve telefonla görüşmesi,
- Yolda, arabada yüksek sesle konuşması, yüksek sesle telefon görüşmesi yapması,
- Tuvalete yazı yazması,
- Ünlü birini görünce el uzatması ve el sallaması, fotoğraf çektirmesi, kamera veya fotoğraf makinesını görünce çekilmek istemesi,
- Başından geçmeyen bir olayı geçmiş gibi anlatması,
- Trafikte kırmızı ışıkta geçme, rastgele yerden geçmesi, yeşil yanar yanmaz korna çalması, araba sürerken telefon konuşması yapması,
- Maç sonrası, düğünde, bayram sabahı silah atma gibi anlamsız alışkanlıkların devam etmesi sıkça görülen hastalıklardır.
Ayrıca dinî hayatımızda da hastalıklarımız var. Mesela; dindeki eksikliklerimizden ve açlığımızdan rahatsız olmuyoruz. Okuyarak, araştırarak kaynağından sağlam bir inanca ve din bilgisine sahip olma yerine kulaktan dolma, el yordamıyla öğrendiklerimizle yetiniyoruz. Eksikmiş, yanlışmış bakmıyoruz. Doğrusu söylendiği zaman dinleyip, değerlendirme yerine “falan kanalda, falanca şöyle şöyle dedi” deyip geçiştiriyoruz.
Kur’an’ ı, sünneti ve din bilgilerini bir tarafa bırakıp gelenekleri din olarak algılıyoruz. Bit’at ve hurafeler hoşumuza gidiyor. Türbelerden yatırlardan medet umuyoruz. Bol bol adakta bulunup, bir mevlid okuttuk mu kendimizi ve ölenlerimizi kurtardığımızı zannediyoruz.
Dinin bazı esaslarını kabul ettiğimiz halde yaşamak işimize gelmiyor. İnanalım ama yaşamayalım istiyoruz. İnandığımız gibi değil, yaşadığımız gibi inanıyoruz.
Başka şeyde taviz vermezken dinde çok taviz veriyoruz. “Böyle de olur” diyor, kendimize göre din icat ediyoruz.
Kabul ettiğimiz halde önemsemediğimiz şeyler çok oluyor. Mesela; yaşamadan yapmadan dinden yararlanalım istiyoruz. İhtiyaç ve sıkıntı anında dua ediyoruz. Ondan sonra “dua ettim kabul olmadı” diyoruz.
Selam verirken Allah’ ın adı ile selam vermiyoruz. Selamların en güzeli, aynı zamanda dualaşma olan Allah’ ın selamı yerine basit, anlamı olmayan kelimelerle selamlaşıyoruz.
Cenabı Allah’ a verdiği nimetlerden dolayı şükretmiyoruz veya çok az şükrediyoruz.
Aksıranımız “Şükür Elhamdülillah” demiyor, dense de yanındaki “Yerhamükellah” demiyor. O dese de aksıran “Yehdina yehdi kümüllah” diyerek dualaşılmıyor.
Bize yapılan iyiliklere, gösterilen ilgiye karşı ağzı dualı olmuyoruz. “Allah razı olsun” demiyoruz. “Sağol” deyip geçiştiriyoruz.
Besmele çekenimiz az Euzu besmele ile Allah’ a sığınanımız az.
Yiyip – içip sofra duası yapanımız az.
Bir iş yapacağımız veya bir şey için söz verirken “İnşallah” demeyi çoğu kez unutuyoruz.
Halbu ki Allah’ ın adını her zaman her yerde anmak görevimizdir.
Kur’an’ da: “Akşam sabah Allah’ ın adını an” (İnsan: 76)
“Herhangi bir iş için ben bu işi yarın yapacağım deme. Ancak Allah’ ın dilemesine bağlayarak “İnşallah yapacağım” de.” (Kehf: 2324) buyrulmuştur.
Peygamberimize sorulan bir soru için “yarın cevap veririm” deyip “inşallah” demediği için vahiy meleği Cebrail gelecekken gelmemiştir.
Allah izin verirse, Allah müsaade ederse demezsek bizim işimizde olmaz. Her vaadimiz, her temennimiz için “inşallah” diyerek Allah’ ın bize yardımını istemeliyiz.
Telefon konuşmalarımız “Alo, Efendim, kendine iyi bak” demekle geçiyor. Selamla başlayıp selamla bitirmeliyiz. Ateist, inançsız birine “efendim” denmez. Ahlaksız, inançsız birini efendi edinmek, onu efendiliğe yükseltmek yanlıştır.
Her şeyin iyisinden hayırlısı daha iyidir. “Hayırlı” kelimesini kullanmak birçok şeyi farklı kılar.
“Nasılsın” denince “eh be!” deniliyor veya halden şikayet ediliyor. Beterin beteri vardır diye düşünülmüyor “Halime şükür” denmiyor.
Bu gibi şeyler aslında dini hayatın birer parçasıdır.
Hayat anlayışımız, İslam’ ın emrettiği gibi başkalarını ve yarınları içine alan bir anlayış olmalıdır. Hatta ahrete uzanmalıdır. Kur’an ve sünnet rehber edinilmelidir. Her şeyin hesabı iyi yapılmalı ve Allah’ ın sevdiği bir kul haline gelmek hedef seçilmelidir.
Hayat güzel yaşanırsa ölüm güzel olur. Ölümü güzel olanın ahreti güzel olur.
İnsanın hayatını en güzel Kur’an güzelleştirir. Kur’an hayatın her alanını kapsamalıdır. Kur’an: “Namaz kıl” der kılınmazsa, “Helal ye” der helal yenmezse, “Faiz yeme” der yenirse, “Örtün” der örtünmezse, böyle Kur’an okuma olmaz ve Kur’an böyle fayda vermez. Kur’an yaşama ortamından uzak tutulmamalıdır.
Altın yaldızlı Kur’an’ ından bahseden birine sordum:
- “Okumasını biliyor musun?”
- “Bilmiyorum, öğrenmeye vaktim olmadı” dedi.
Bakın nelerle övünüyoruz. Allah: “Benim talimatına uydun mu?” diye soracak.
Müslüman olarak ciddi işler yapmalıyız. Boş, manasız, faydasız işlerden uzak kalmalıyız. Hizmet edilen değil, hizmet eden olmalıyız. Sevap kazanmanın yollarını aramalıyız. İnançta, ibadetlerde ve hizmette nasipsizlerden olmamalıyız.
Allah şöyle buyurur:
- “Allah’ a ve ahirete inanlar, iyiliği emrederler kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar kurtuluşa erişenlerdir.” (ALi İmran: 114)
“İki cihan saadeti” deriz ya, bu düşünene, yapana ve yaşayana nasip olacaktır.
- F
Okumama hastasıyız. Okumayı bitirdik, düşünmeyi bitirdik. Okumuyoruz, okumayı sevmiyoruz. Okuma çağında olan gençler ders kitabından başka kitap okumuyor. Üniversitede ders kitabı okuyanlara “inekçi” deniyor. “Okuyorsunda ne oluyor?” diyerek alay ediliyor.
Kitap çalmanın hırsızlık olmadığını düşünenimiz bile alıpta vermediği kitabı okumuyor.
Okuma alışkanlığımız yok. Birleşmiş Milletler raporuna göre; AB ülkelerinde kitap harcamasının 500 dolar, Türkiye’ de ise 2 dolar olduğu açıklanmıştır. Rapora göre Türkiye’ de kitap okuma oranı %4 ve yılda 23 milyon kitap basılıyor. Japonya’ da ise bu rakamın 4 milyar 200 milyon olduğu belirtilmiştir.
Dünya okuyor biz okumuyoruz. Bir Japon yılda 25, İsveçli 10, Fransız 7 kitap okuyor. Türkiye’ de ise 6 kişiye bir kitap düşüyor.
Peki dünya kitap okurken biz ne yapıyoruz? BİZ NİYET OKUYORUZ! BİZ OKUMA ÖZÜRLÜSÜYÜZ!
- Okumayan cahil olur, kaba olur; tırnak yer, burun karıştırır ve esner durur. Hayatı ve dünya görüşü anlamsız olur, manasız bir ömür geçirir. Çünkü kitapsız bir hayat, tatsız tuzsuz bir hayattır.
Televizyon, gazete hatta dergi kaybolur gider; kitaplar ise kalıcıdır. Kitap insana doğruyu güzeli öğretir. Kalıcı bir arkadaştır, iyi bir dosttur.
Okuyanla okumayan hiçbir zaman bir olmaz. Bilgisizlik cahilliği doğurur, insan cahillikten hep zarar görür. İnsan her iyi ve güzellik için okumaya muhtaçtır. İnsan okumakla öğrenir, okumakla yükselir. İnsan kitaplarla dost olursa, insanlarla da dost olur.
İnsanın okumaya ve kitaba ihtiyacı olmasaydı, Allah insana kitap göndermezdi. İlk ayetlerde “Oku!” diye emretmezdi. Allah okumayı ibadet saymaz, ilmi ibadetin önüne almazdı. Bileni bilmeyenden üstün tutmazdı.
Bakara sûresinin 171. ayetinde Allah bilgisizi sağıra, dilsize ve köre benzetmiştir.
En’am sûresi ayet 50 de bilen insan gören insana bilmeyende köre benzetilmiştir.
A’raf sûresi 199. ayette Allah cehaletten ve cahillerden yüz çevrilmesini emretmiştir.
Kalem sûresinin 1. ayetinde Allah kalem ve kalem tutanların yazdıkları üzerine yemin etmiştir.
Diğer bazı ayetlerde de şöyle buyrulmuştur:
- “Yaratan Rabbinin adı ile oku!” (Alak sûresi: 1) “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer: 9)
- “De ki: Ya Rab! İlmimi arttır.” (Tâhâ: 114)
- “Allah’ tan kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar korkar.” (Fatır: 28)
- “Allah içinizden iman edenlerle, ilim sahibi olanların derecelerini yükseltir.” (Mücadele:11)
- “Andolsun, size bir kitap indirdik ki, onda sizin için gerekli olan öğüt vardır. Hala akıllanmayacak mısınız?” (Enbiya: 10)
Birçok ayette de niye düşünmüyorsunuz? Niye akıl etmiyorsunuz? denilerek düşünmeye davet edilmektedir.
Kur’an’ a göre bilen insan gören insana bilmeyende gözleri görmeyen kimseye benzetilmiştir. İlimde gündüzün aydınlığına, bilmemezlikde gecenin karanlığına benzetilmiştir.
Bugün ilim yok, okuma yok, kitap yok, düşünme yok, araştırma yok. Böyle bir toplum ilkellikten kurtulamaz.
İslam peygamberi ilme ilim öğrenmeye büyük önem vermiştir. Bedir Savaşı’ nda esir düşenlerin serbest bırakılması için 4000 dirhem fidye belirlendiği halde Allah Rasulü okuma yazma bilenlerin 10 müslümana okuma yazma öğreterek serbest kalabileceğini belirtmiştir.
Ayrıca Medine’ de Suffa adı ile okullar açmıştır.
Ebu Hureyra Hazretlerine:
- “Yarın öleceğini bilsen ne yapardın?” diye sormuş ve cevap olarak da “İlim öğrenirdim.” buyurmuştur.
Bir adam sahabiye:
- “İlim öğrenmek istiyorum ama onunla amel edememekten korkuyorum. Ne yapayım?” diye sorar, oda:
- “İlim öğrenmen cahil kalmandan daha hayırlıdır.” der.
Aynı kişi bir başka sahabiye sorar:
- “İlim öğrenmek istiyorum o bilgimle amel edememekten korkuyorum.” der. Oda şu cevabı verir:
- “Alim kıyamet günü alim olarak haşrolunur, cahilde cahil olarak haşrolunur. Eğer cahil olarak haşrolunmak istemiyorsan ilim öğren, sonrada yapmaya çalış.”
Bu durum peygambere bildirilir oda şöyle buyurur:
- “Alim bir suçtan dolayı bir defa cezalandırılır. Cahil ise; bir suçtan dolayı iki defa cezalandırılır; hem yanlış yaptığı için hemde öğrenmediği için.”
Peygamber (as) birkaç hadisinde de şöyle buyurmuştur:
- “Kendisine ilimden bir şey sorulduğu halde bilgisini gizleyen kimsenin ağzına kıyamet gününde ateşten bir gem takılır.” (Riyaz üsSalihın: 1419)
- “İlim öğrenmek kadına da erkeğe de farzdır.” (Fethu’l Kebir: 2/213)
- “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.” (Age: 1/193)
- “Alimlere tabi olun, onlar dünyanın ışıklarıdır. Ahiretin aydınlatıcılarıdır.” (Age:
1/28)
- “Ya bilen, ya öğrenen, ya dinleyen veya ilmi seven ol. Bunlardan başkası olursan helak olursun.” (Age: 1/204) “En faziletli sadaka, müslümanın ilim öğrenip sonra onu Müslüman kardeşine öğretmesidir.” (Age: 1/210)
Hiçbir din, hiçbir kutsal kitap ve hiçbir peygamber İslam, Kur’an ve Muhammed (as) kadar ilme, öğrenmeye, öğretmeye ve bilgili olarak yaşamaya önem vermemiştir.
Güzel bir dinimiz var; fakat uymadığımız için bize pek fayda vermiyor. Dinimiz “Oku!” diyor okumuyoruz. Halbu ki okunsa, bilgi kötülüklerden alıkoyar. Suçlu, hep “bilmiyordum” der. Okunsa, kabalık olmaz, kırıcılık olmaz, boş ve manasız hiçbirşey olmaz, her şey yerli yerince olur.
Yunus ne diyor:
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır?”
Ders kitaplarının dışında yeni nesil pek fazla okumuyor. Çoğuna diplomalar da bir şey öğretmiyor. Böylece bilgi yoksunu olan, birçok şeyden de mahrum oluyor.
Okuyan sapıtmaz, şaşırmaz, taşkınlık yapmaz. İsyan eden, taşkınlık yapanlar için peygamber efendimiz: “Ya Rabbi, onları affet onlar bilmiyorlar” dememiş miydi?
Bilgiden mahrum olanın davranışları olgunlaşmaz. Kendine, yakınlarına ve çevresine faydalı bir insan olamaz.
Okumamak bir tarafa, az okumak üzücü bir şeydir. Yeterince okumayınca insanın ufku daralır, düşünceleri kısırlaşır, etkisiz tepkisiz hale gelir. Başkalarına hep şüphe ile ve düşmanca bakar, şahsiyet kimlik kaybına uğrar. İşi dedikoduya yalana dolana bırakır.
Az okuyoruz, bunun sebeplerini araştırırsak karşımıza şu gerçekler çıkıyor:
- Okumayı sevememe ve sevdirememe,
- Kütüphanelerin yetersizliği ve mevcutlarada sadece ödev için gidilmesi,
- Bilginin değerini bilememe, bilsekte olur bilmesekte olur havası, lazım olan bilgileri el yordamı ile öğrenme,
- Bilmediğimiz halde biliyorum kuruntusu,
- Sadece öğrencilerin okuyacağı düşüncesi, Kitap hediyeleşme alışkanlığının kalkması, Televizyon hastalığı.
Bunlardan başka sebepler de vardır. Birilerine kitap tavsiye edildiği veya kitap alması istendiği zaman “Bizim evde çok kitap var!” diyor. Kaç tane ve hangi kitapları okuduğu sorulunca cevap veremiyor.
Evdeki yaldızlı Kur’an’ ı ile övünene “Kur’an okumasını bilip bilmediğini sorduğum” zaman rahatlıkla “Bilmiyorum, öğrenmeye fırsatım olmadı” cevabını verdi.
İnsan, bildiği, okuduğu ölçüde insandır. Müslüman, bildiği kadar müslümandır. İnsan, bilgisi ölçüsünde kötülüklerden uzaklaşır ve şeytanın tuzağına düşmez.
Okumada öğrenmede ve bildiğini yaşamada insan önce kendisinden başlamalıdır. Önce kendinden başlamayan, kendini düzeltmeyenin başkasına faydası olmaz. İnsan kendi kör olursa, başkalarının kolundan tutup onları nasıl yürütüp yol gösterir? Kendimiz okumazsak, “Oku” demenin ne faydası olur? Kendimiz okumayı sevmezsek, başkalarına okumayı sevdirebilir miyiz?
Gazali, İhya’ sında şöyle der:
“Okumaktan gaye kalbi kötülüklerden temizlemek, faziletlerle süslemek ve Allah’ a yakın olmaktır.”
Allah Kur’an’ da soruyor:
“Başkalarına iyiliğe emrederde kendinizi unutur musunuz?” (Bakara: 44) “Yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz?” (Saf: 2)
İnsanlara iyi şeyler söyleyip kendini unutan kimse, lambadaki fitile benzetilmiştir. Başkalarını aydınlatır ama kendi yanar. Bildiğini öğretmeyen, öğrendiğini yaşamayanın ahirette azabının çetin olacağı haber verilmiştir.
En güzel alışkanlık kitap okuma alışkanlığıdır. Bu da küçük yaşlarda olursa devam eder. Gençlere bilgisayar oyunu, televizyon seyretme alışkanlığı, top oynama arzusu ve cep telefonu ile oynama alışkanlığı kadar kitabı ve kitap okumayı sevdirmeli ve alıştırmalıyız.
Bugün gelişmişlik ve medenilik ölçüsü, okuma oranının yüksekliği ve kağıt tüketimi ile ölçülmektedir.
Atalarımız kahvelere kıraathane adını vermiştir. Kahvehanelerde bir köşe, kitap köşesidir. Belirli sayıda kitap okuyanı hapisten çıkarmışlardır. Bazılarına kitap ve acizler yurdunda, çocuk yuvalarında kitap okuma cezası vermişlerdir. Kağıda saygıyı ekmeğe saygı ile eşdeğerde tutmuşlardır. Yerde kağıdı çiğnememişlerdir. İlme, alime, okuyana büyük önem vermişlerdir. Padişahlar bile hocalarının önünde yürümemiş, onları görünce ayağa kalkmış, onları atına bindirmiştir. Yani ilmin, alimin izzetini korumuşlardır.
Peki okuma alışkanlığı kazanmak ve kazandırmak için neler yapabiliriz?
Genç cep telefonu ile oynayıp duruyor, eline kitap versen okumuyor. Halbu ki ekmeğe suya ihtiyacı kadar okumaya da ihtiyacı var. Kendinin farkına varması ve kimlik kazanması için okumaya ihtiyacı var.
Bir baba “benim çocuklar kitap okumuyor” diye şikayet edince sordum: “evde kitap var mı?” “Hayır” dedi. Okumasını istemek yeterli mi? dedim sustu.
Çocuklarımıza okumayı sevdirmemiz lazım. Çocuk top kadar, cep telefonu kadar kitabı sevmeli. O zaman kötü alışkanlıklar edinmeyecektir. Okuması içinde ortam hazırlanmalıdır. Çocuk kitap görmelidir. Okuması için ödüllendirilmelidir.
Her evde kitaplık olmalıdır. Her şeyin köşesi oluyor kitap köşesi olmazsa olmaz. Evlerimizi diğer şeylerle süsleyip güzelleştirdiğimiz gibi kitaplarla da süslemeliyiz. Evde bir kütüphane olmalıdır. Kitap süs eşyası olarak kalmamalı, her evde okuma saati olmalı. Evde anababa okuyarak çocuklarına örnek olmalıdır.
Bayramlarda, kandillerde doğum günlerinde hediye olarak kitap alınmalıdır.
Camide, evlerde okuma toplantıları yapılmalıdır. Camide, kahvede, evlerde, okulda, hapishanede hatta işyerlerinde kitaplıklar olmalıdır. Kahveler tembelhane, kumarhane olmaktan çıkarılmalıdır.
İnsanları kitapla bütünleştirebilmek için kitap hediyeleşme geleneğini canlandırmalıyız. Kitap alamayanlara kitap dağıtmalıyız.
Her mahallede ödünç kitap veren yerler açılmalıdır.
Nöbetçi eczaneler gibi her an açık kitapçılar olmalıdır. Herkesin alması için kitap fiyatları düşük tutulmalıdır.
Başka ülkeler gibi tuvalette kitap okuyalım demiyorum ama uçakta, trende, otobüste, dolmuşta, herhangi bir yerde beklerken kitap okumalıyız. Okuyan olmalıyız, cahil kalmamalıyız.
- G
Hergün üzüleceğimiz, zarar göreceğimiz, keşke diyerek pişman olacağımız işler yapıyoruz. Hiç işin sonunu, hayatın sonunu, hesabı, kitabı düşünmüyoruz. Pişmanlığın fayda vermeyeceğini de düşünmüyoruz. Ömrü gafletle, isyanla geçiriyoruz.
Ömür denilen şey, yüce yaratıcının insana en büyük nimetidir. Her anından sorulacak, Allah’ a ömrünün hesabını her insan verecektir. Ömrünün kıymetini bilmeyenler en sonunda pişman halde Allah’ a teslim olacaklardır.
İnsan ne zaman pişmanlık duyacak, ah vah edecek bir göz atalım:
- İnsan düşünmeden suçu işleyince, kanun veya toplum cezalandırınca pişman olur. Keşke suç işlemeseydim der, ama cezadan kurtulamaz.
- Gençliğini değerlendiremez, günlerini orada burada geçirir, gençlik enerjisi bitince yaşlılık gelir çatar. Pişman olur, ah gençlik ah! der, ama fayda yok. Geçen günler ve fırsatlar bir daha geri gelmez.
- İnsan iyi ve sağlıklı günlerinin kıymetini bilmez, sağlığını kaybedip hastalandığı zaman sağlıklı günlerini arar ama o günler geri gelmez. Pişman olur, boşa geçirdiği o günlerine yanar.
- Ömrünün sonuna doğru yaklaşınca, ölümün habercilerini görünce aklı başına gelir. Ölmemek ister ama ne çare bir saniye bile geri gelmez.
Kur’an’ da Allah insanı şöyle uyarmıştır:
- “Sizden birine ölüm gelip de; Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğim rızıktan harcayın.” (Münafikun: 10)
Bu hayat yolu, dönüşü olmayan bir yol. Pişmanlığın fayda vermediği bir yol. Her şey önceden, fırsat eldeyken olacak.
- İnsan ölünce kabre konduğunda eğer güzel bir hayat yaşamadıysa, boş manasız bir ömür geçirdiyse, eli boş kabre girdiyse, kabre konulunca “yandım anam!” diyecek, dünya hayatından dolayı pişman olacak. Kapı yok ki geri dönsün. Bu pişmanlıkta ona fayda vermeyecek.
Sorgu başlayacak iğneden ipliğe her şeyin hesabını verecek. Fayda verecek amelleri yoksa, hayat ibadetsiz ve itaatsiz geçtiyse hele arkasında fatiha okuyacak bir insan yetiştirmediyse, günahlarla, kul haklarıyla oraya geldiyse münker – nekir soruları sormaya başlayınca o kişi ne büyük pişmanlık duyacaktır!
Peygamber (as) kabirdeki dehşeti şöyle haber veriyor:
- “Eğer ölüleri gömmekten kaçınacağınız endişesi olmasaydı, kabirde olup bitenlerden benim duyduklarımın bir kısmını size de duyurmasını Allah’ tan dilerdim.” (Müslim: Cennet:
67/7)
Kabirde pişman olmamanın tek çaresi hayatı dolu dolu yaşamak ve pişmanlığa neden olacak günahlardan, haramlardan kaçınmaktır.
- Hayatını ilahi düzene göre yaşamayanın esas pişmanlığı mahşer günü olacaktır. Mezardan kalkıp mahşer yerine gelindiği zaman koyunun koyundan, karıncanın karıncadan, mazlumun zalimden hakkını istediği zaman işte en büyük pişmanlık o zaman olacak. Hayvanların hakkını alıp yok olduğunu gören günahkar ve isyankar “ah ne olsaydı bende toprak olsaydım” diyecek. (Nebe: 40) İnsan olarak yaratıldığına ve hayvan olarak yaratılmadığına pişman olacaktır.
- “Rabbim bizi tekrar dünyaya döndürde iyi işler yapalım” diyecektir. (Secde: 12) Fakat bu pişmanlıkta fayda vermeyecektir. Günahları yüzünden sürüklenip cehenneme atıldığı zaman büyük pişmanlık duyacak: “Keşke burası için bir şeyler yapıp gönderseydim!” diyecek (Fecr: 24)
Başka bir ayette de ifade edildiği gibi: “Rabbimiz, bizi buradan çıkar, önceki yaptıklarımızdan başkasını yapalım” diyecekler. Onlara: “Size düşünecek kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar ömür vemedik mi? Size uyaran peygamber gelmedi mi?” denilecek. (Fatır: 37)
Cehennemde Kur’an’ a, pegambere uymadığına güzel işler yapmadığına pişman olacak. Fakat bu pişmanlık fayda vermeyecek, azabı hafifletmeyecek.
Keşkesiz bir hayat yaşamak mümkündür. Oda cennete gidenler gibi ömür sermayesini iyi kullanabilir. Fırsatları iyi değerlendirebilir. Bu herkes için geçerlidir. Buda gaflet uykusundan uyanmaya bağlı. İsyanı, inkarı bırakıp Allah’ a kul olmaya bağlı.
Keşkesiz bir hayatımız olsa keşke…
- H
Övünme ve beğenme hastasıyız. “Ben, ben, ben” deyip duruyoruz. “Benim” diyerek övünüyoruz. Kendimiz övünemezsek birileri bizi övsün istiyoruz. Yaptığımız iyilikle, ibadetimizle, bizde olmayan şeylerle bize verilen emanet dünyalıkla, Allah’ ın verdiği geçici güzellikle övünüyoruz. Kendimizi överken, beğenirken başkalarını beğenmiyoruz.
Şeytan benlik davasında kaybetmiş, hocalıktan da olmuş, cennettende kovularak lanetlenmiştir. Çünkü gururlananı böbürleneni Allah da sevmez, insanlarda sevmez.
Allah Kur’an’ da: “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ne yeri yarabilir nede dağlarla boy ölçüşebilirsin” (İsra:37) buyurarak insanı uyarmıştır. Büyüklük Allah’ a mahsustur. İnsanı Allah yaratmıştır ve ona verdiği şeylerle onu imtihan eder.
İnsan övünür veya başkası tarafından övülürse, meleklerin kabirde “Sen böyle miydin?” deyip azap edeceklerini peygamber (as) haber vermiştir.
Malıyla övünmek, gururlanmak ne kadar manasızdır. Allah onu insana belirli bir zamanına kadar istifade etsin ve istifade ettirsin, o malla ibadet etsin diye vermiştir. Mal, imtihan vesilesidir. Bunca varlık sahiplerinin övünç vesilesi yaptıkları mallarını nasıl bırakıp gittiklerini herkes görüyor. Konup göçülen, bırakıp gidilen mal nasıl övünç vesilesi olabilir? Sonra mirasçıya bırakılan mal nasıl insanın olabilir? Bir malı insan Allah yolunda infak edip ahrete götürebiliyorsa, ancak o mal onundur.
Bugün mağrur olunan malın elden gitmesi için bir kıvılcım yetmiyor mu? Mağrur olunan güzelliğe bir sivilce yetmiyor mu? Unvan, makam, mevkiyi zaman yok etmiyor mu? Gururlanan insana ölüm yetmiyor mu?
İnsan acizdir. Neyi ile gururlanabilir? Şair:
“Gururlanma insanoğlu ölmemeye çaren mi var?
Hazan görmüş bir gül gibi solmamaya çaren mi var?” demiştir.
İnsan sahibi olmadığı bir şeyle veya kendinde olmayan bir şeyle gururlanmamalıdır. Öyle olmayan bir şeyi öyleymiş gibi göstermeye çalışmamalıdır.
İnsan, gizli kalması gereken iyilikleri, yardımları, hayırları ve ibadetleriyle övünmemelidir. Eğer bir şeyi Allah için yaptıysa o iş ona ait değildir. Yok başkası için yaptıysa o işin zaten hayırı yoktur.
İnsan, yaptığı ahlaksızlıkla, işlediği günahla övünmemelidir, gururlanarak anlatmamalıdır. Bu, tilkinin kurnazlığı ile övüneyim derken hırsızlığını ortaya koymasına benzer. Yapılan ahlaksızlıkla, edepsizlikle övünülmez.
Bazıları da var ki, kendine bakmıyor, yaptıklarına bakmıyor kendi ailesine, kendi çocuklarına bakmıyor; “İnsanlık öldü, bu millet iflah olmaz, güvenilecek insan mı var?” kendi ak, pak, sütten çıkmış ak kaşık… diğer taraftan onu bunu çekiştirir, onun bunun eksiğini arar, ayıbını araştırır. “İnsanlar bozuk” der, kendine bakmaz. Başkalarını helak olmuş cehennemlik görür. İşte bu kişiler kendileri helak olmuş hastalıklı kişilerdir.
Allah kimin ne olduğunu, neler yaptığını bildiği halde kimsenin ayıbını, kimsenin günahını yüzüne vurmaz, rızkını kesivermez, onu cezalandırıvermez.
Neden oluyor bunlar?
- Başkalarını küçük görüp kendini büyük görmek, bilgisizlikten oluyor. Kendine ait olmayanla övünmek, cehaletten oluyor.
- Başkalarının ayıbını görüp kendi ayıbını görmemek basiretsizlikten oluyor. Olgun insan hiçbir şeyle mağrur olmaz, övünmez. Fani, geçici olan şeylerle gururlanmaz. İnsan, topraktan gelmiştir, toprağa dönecektir. Onun için toprak gibi verimli, toprak gibi mütevazi olmalıdır.
Gururlanılması gerekenle gururlanılmalı, utanılması gerekenle gururlanma hastalığından vazgeçilmelidir.
- İ
Çok soru sorma hastalığımız var. Okumuyoruz, araştırmıyoruz, işin kolayına gidip sorup öğrenivermek istiyoruz. Bazen karşı tarafı imtihan için soru soruyoruz. Bazen mahçup etmek için soruyoruz. Bazen de bilgimizi ortaya koymak için soruyoruz. Çoğu zaman soru soran bilgisizliğini ortaya koyduğunun farkında olmuyor. Nedense bir türlü soru sorma hastalığından kurtulamıyoruz.
Sorulmaz değil elbette sorulur. Sorarken iyi niyetle ve öğrenme maksadıyla sorulmalıdır. Bazı konular vardır ki, sormadan öğrenilemez. Soru, öğrenmek için ve yanlışı düzeltmek için sorulursa güzel olur. Bazı bilgimizin az olduğu konular vardır ki, o konuyla ilgili sormamak gerekir. Mesela; kıyamet ne zaman kopacak? Ruh, akıl ve ölüm ötesi ile ilgili sorular insanın sapmasına neden olabilir. Diyelim ki, Allah’ la, meleklerle, cinlerle ilgili çok soru sormak yanlıştır. İnsanı imandan edebilir.
Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
- “Allah üç şey yapmanızdan razı olur. Üç şeyde yapmanızdan hoşlanmaz.
- İbadet etmenizden, ortak koşmamanızdan, Allah’ ın Kur’an’ ına sarılarak bir ve beraber olmanızdan hoşlanır.
- Dedikodu yapmanızdan, israf etmenizden ve lüzumsuz çok soru sormanızdan hoşlanmaz.”
Bir hadislerinde de lüzumsuz sorular soranlara: “Çok soru sormayınız. Yahudiler ve hristiyanlar peygamberlerine çok soru sordular. Sordularda neticede küfüre düştüler.” buyurmuştur. (Ramuz e’LEhadis: 294/8)
Bir de şeytanın bazı konularda insana vesvese vermesi, fitlemesi olur. İnsan vesveseye itibar ederse her aklına geleni araştırırsa, bu da insanı yanlış sonuca götürür. Bu durumu peygamberimiz (sav) şöyle ifade etmiştir:
“İnsanların bazıları lafı şunu demeye kadar getirirler: “anladık, Allah her şeyin yaratıcısıdır. Peki onun yaratıcısı kimdir?” Bu şeytanın vesvesesidir. O zaman “Ben inandım” deyin kelimei şehadet getirin” buyurur. (İ. Canan, Hadis Ansiklopedisi: 7/169)
İnsanın yanılmaması ve başkalarını da yanıltmaması için sağlam bir iman ve düzgün bir itikat sahibi olması gerekir.
J
Dünyaya aşırı derecede düşkünlük hastalığımız var. Sanki ahiret yok, sanki ölüm yok. Hesapta ahiret yok. Dünya her şey ve en önde. Çok şeye sahip olmak istiyoruz, gözümüz doymuyor. Dünya ahretin tarlası diyoruz, dünya geçici diyoruz, hiçte öyle davranmıyoruz.
-
- Dünya hayatı kısadır; bir nefes alırsın bir nefes verirsin. Gözünü bir açar bir kaparsın o kadar. Her insanın bir namazlık saltanatı vardır.
Dünya sevgisi, kuzunun kurda duyduğu muhabbet gibidir. İnsan, dünyaya gelmek istemediği gibi dünyadan da gitmek istemiyor. Bir nefes daha alabilmek için çırpınıp duruyor.
Alamadım, veremedim, kazanamadım derdinde ömrünü tamamlıyor. Ne olursa olsun, kim olursa olsun, zengin fakir “erkişi niyetine” diye namazı kılınıyor.
Dünya kimseye yar olmamıştır. Peygamberler, evliyalar, firavunlar, nemrutlar hep göçüp gitmiştir. “Yalan dünya, Muhammet Mustafa’ yı alan dünya!”
Şair şöyle der:
“Bir fani dünyadır bu, onda vefa görülmez
Bir köhne cihandır ki, onda sefa sürülmez.”
Birgün Cebrail (as) geliyor, peygamber efendimize şöyle diyor:
“Ya Muhammed (sav) ne kadar yaşarsan yaşa, birgün öleceksin. Neyi seversen sev, birgün ondan ayrılacaksın. Ne yaparsan yap, birgün onun hesabını mutlaka vereceksin.
Kur’an’ da: “Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde yaptığınızın karşılığı size tastamam verilecektir.” (ALi İmran: 185) buyrulur.
Dünyada insanın doymayan gözünü kabirde bir avuç toprak doyuracaktır. İnsanın anası topraktır. Topraktan gelmiş toprağa dönecektir. Dünyada neye önem verdiyse, neyi sevdiyse, ne kadar mal topladıysa hepsi dünyada kalacaktır. O topladıklarını götüremeyecek ama hepsinin hesabını verecek. Ne kadar derleyip topladıysa hesabıda ona göre çok olacaktır. Hatta onlar pişmanlık vesilesi olacak. İnsan, eski çorabını, sümüklü mendilini bile götüremezken melekler bir şeyler arayacak “Ne getirdi?” diyecekler.
Soracaklar “Bu azaptan kurtulmak için dünyadaki bütün malını verir miydin?” “Evet” diyecek. Ona şöyle denilecek: “Biz senden hepsini istememiştik, çok az bir kısmını
istemiştik!”
O kişi diyecek ki:
“Beni geri gönderin yapmadıklarımı yapayım, eksik bıraktıklarımı tamamlayayım!”
Ona: “Bir insanın kurtuluş için düşünebileceği kadar fırsat sana verilmedi mi?” denilecek.
İnsan pişman olacak ah vah edecek ama ne çare… Hayvanların hesabı görülüp toprak olduklarını görünce insan olarak yaratıldığına üzülecek ve “Keşke bende hayvan olarak yaratılsaydım da bende toprak olsaydım” diyecek.
Diğer taraftan dünyayı geçici ve ahretin tarlası bilen, dünya hırsına kapılmayıp, ahiret hazırlığı yapanlar ise ahiret saadetini elde edecekler.
Dünya hırsına kapılıp, ahreti unutmak pişmanlıkla sonuçlanacak bir hastalıktır. Bu hastalıktan ancak dünyayı ahreti kazanmak için bir yer, hayatıda baştan sona imtihan alanı görerek kurtulmak mümkündür.
K
Gezmiyoruz, görmüyoruz ve ders almıyoruz. Tembellik ediyoruz. Bir çok yere hesapsız harcadığımız halde yakınımızdaki tarihi yerleri tanımıyoruz.
Ders kitapları, başka ülkelerin tarihi ve coğrafyası ile aynı bilgiyi veriyor.
Peygamberler, evliyalar yatağı Anadolu, imparatorluklara yurt olmuş güzelim vatanımız yabancılar tarafından ilgi görürken, kendi tarihimizi, kendi kutsal topraklarımızı gezip görmüyoruz.
Gerçekten vatanımız gibi yeryüzünde başka bir vatan tasavvur edemiyorum. Nereye baksan bir güzellik var. Her yanı hatıralarla dolu. Nereye gitsen bir evliya bir peygamber tarihi ve milli şahsiyet yatıyor. Her yanı gül bahçesi gibi şehit mezarları süslüyor. İşte bu güzellikleri görmemiz, bilmemiz ve yeni nesle aktarmamız lazım. Atalarımız: “tebdili mekanda hayır vardır” demiştir. Tabii gezmek görmek başkadır.
Gezerek görerek insan çok şey kazanır. Peygamber (as): “Seyahat edin, sıhhat bulun” buyurmuştur.
Allah Kur’an’ da gezmemizi ve geçmişten ders almamızı ister. Şöyle buyurur: “Sizden önce milletler hakkında nice ilahi hükümler verilmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın Allah’ ın ayetlerini yalan sayanların akıbeti ne olmuştur görün!” (ALi İmran: 137)
Başka bir ayette de: “O yalanlayanlar hiç yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu…” (Hacc: 46)
Mü’min suresinin 82. ayetinde de: “Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler! Öncekiler bunlardan daha çoktu. Kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından da daha sağlamdılar. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir.”
Gezip dolaşmak insanın ufkunu açar, bilgi görgü edinmesini sağlar, gözlerin, gönüllerin görmesini sağlar ve maddi manevi faydalar sağlar, cehalet hastalığını giderir.